Connect with us

Dosya

Ezber Bozan Kahve Deneyimi: COLD BREW

Süt ve şeker, kötü kahvenin ayıbını örtmeye yarar derdi ustam; çok da haklı bence. İyi bir kahve, tadına varabilmek için sütsüz ve şekersiz içmeyi gerektiriyor.

Yayınlanma zamanı

-

Yaz geldi… Özellikle güneyde yaşayanlar gayet iyi bilirler ki sokakta sıcak asfalt buğusunun tüttüğü, görünmez ejderhaların yüzünüze alevli nefeslerini üflediği ve tiryakilik seviyeniz hangi düzeyde olursa olsun, ortalama vücut ısısından daha sıcak tüketilmesi gereken tüm içeceklere ara verildiği bir dönem…

İnce belli bardakta içilen tavşankanı çaylar, yerini meyve özleri ile aromalandırılmış ice-tea’lere, smoothie’lere bırakır. Kahve tutkunlarının, bilumum ‘kafeinman’ların gönlünü yapmak üzere ise, özellikle son yıllarda, “soğuk kahve” akımı yaratılmıştır ki; içtiği kahvenin derecesi ne olursa olsun, damak tadını her şeyin önünde tutan gerçek tiryakiler için bu tip kahvenin hazırlanışı konusunda da hayati önem taşıyan detaylara dikkat etmek gerekir.

Yakın geçmişe kadar soğuk kahve olarak içtiğimiz tüm kahveler, sıcak su ile demlenmiş ve soğutulmuş kahvelerdi. “Bunun, sıcak hazırlayıp içmeyi unuttuğum için soğuyan kahveye buz atmaktan ne farkı var?” dediğinizi duyar gibiyim. Ama üçüncü dalga kahve akımı ortaya çıkmadan ve ‘cold brew’ yöntemi yaygınlaşmadan önce, bu şekilde soğuk tüketilebilecek kahve seçenekleri yaratmaya çalışan baristaların emeğine duyduğum saygıdan ötürü bu soruyu duymamış gibi davranıyor ve son günlerde oldukça popüler olan sıra dışı yönteme geçiyorum:

“Cold brew ya da soğuk demleme”… Bu ürün, kimya laboratuvarlarındakine benzer, bir hayli enteresan ve bir o kadar da havalı, camdan mamul bir aparat ile çok uzun mesaide ortaya çıkıyor. Şöyle ki; üst hazneye koyulan bol buzlu su, orta haznedeki öğütülmüş kahvenin üzerine, minik bir musluk yardımıyla, 2-3 saniyede 1 damla düşecek şekilde ayarlanıyor. Damla damla düşen soğuk su, çok yavaş bir şekilde kahvenin içinden geçerek demleniyor ve bir alt bölümdeki cam hazneye doluyor. Kullanılan aparatın büyüklüğüne göre 6 ila 12 saat arası sürüyor bu demlenme süreci. İyi bir çekirdek kullandığınız takdirde ortaya çıkan sonuç ise gerçekten mükemmel; bol buzlu viski bardağında sade servis edildiği gibi, sütle veya başka karışımlarla da kullanılabiliyor.

Benim gibi, kahvenin sıcak içileceği konusunda son derece tutucu birini bile mest etmeyi başardığını rahatlıkla itiraf edebilirim.

Peki, yıllardır yapılan eski usul, sıcak su ile demlenerek soğutulmuş kahveden farkı ne?

Soğuk su ile uzun sürede demlenen kahve, diğer yönteme göre; çok daha az ‘asidik’, daha fazla aromatik ve rahatsız edici acılıktan uzak. Aynı oranda demlenmiş sıcak kahveye göre kafein oranı ise yarı yarıya. Hal böyle olunca ipeksi, yumuşacık ve çok keyifli bir içim çıkıyor ortaya.

Süt ve şeker, kötü kahvenin ayıbını örtmeye yarar derdi ustam; çok da haklı bence. İyi bir kahve, tadına varabilmek için sütsüz ve şekersiz içmeyi gerektiriyor.

Lakin cold brew kahveye azıcık şeker şurubu ve süt eklendiğinde lezzet doruklara çıkıyor. O nedenle, “bu ürünü ezber bozan kahve deneyimi” diye tanımlamak yerinde olacaktır.

Yukarıda anlattığım bölüm işin gurme boyutu, bir soğuk kahve deneyimi için mutfağınızda ufak çaplı bir kimya laboratuvarı oluşturma imkanınız yoksa, aynısı olmasa da yaklaşık sonuç elde edebileceğiniz bir başka yöntem önermem mümkün:

Şöyle ki; 80 gr. kalın öğütülmüş (French Press ayarı) filtre kahveyi, büyükçe bir kavanoza koyup üzerine 1 litre soğuk suyu yavaşça ve tüm tanecikleri ıslatacak şekilde dökelim. Sonrasında bir tahta karıştırıcı ile üstten hafifçe karıştırıp, sıkıca kapağını kapatarak buzdolabına yerleştirelim. Ortalama 14 saat bekleyerek demlenmiş kahvemizi bir kâğıt filtre yardımıyla süzerek tıpkı damlama yöntemiyle demlenen cold brew kahve gibi servis edelim. Her ne kadar damlama metoduyla demlenmiş kahvenin yerini tutmasa da evden çıkamadığımız sıcak yaz günlerinde son derece doğal, sağlıklı ve serinletici bir içecek olarak keyifle tüketebileceğimiz bir ürün. Üstelik hazırlaması çok kolay ve süzdükten sonra buzdolabında günlerce, hatta haftalarca saklayabiliyoruz.

Bu tür bir diğer değişik kahve deneyimi ise, bu şekilde demlenen soğuk kahvenin buz kalıplarında dondurulması ve bu kalıpların soğuk süte atılarak yeni ve ‘hibrit’ bir kahve türü yaratılması şeklinde. Ancak süt ile hazırlanacak tüm kahve seçeneklerinde olduğu gibi bu alternatifte de kahve aromasını daha hissedilir kılmak adına yağlı süt kullanmanızı tavsiye ediyorum. Süt yağı, kombine edildiği kahvenin aromasını güçlendirerek, daha keyifli bir içim sağlar. “Non-fat” süt kullanarak gerçekleştirmeyi planladığınız kalori tasarrufunu ise, kahve ile birlikte yemeyi planladığınız o koca dilim cheesecake’den yapmanız gerekebilir.

Evde hazır bulundurulabilecek bu iki yöntem, çat kapı gelen misafirler için biçilmiş kaftan, yalnız küçük bir uyarı: Bu ikramdan sonra misafir sirkülasyonunda artış gözlemlenebilir.

Hayatın her alanında olduğu gibi yeme içme sektörü de kendisini sürekli yeniliyor ve bu yenilenme sürecinde tanıştığımız yepyeni lezzetlerden dolayı ben şahsen çok mutluyum. Kahve, kendi geleneğini içinde barındıran bir bağımlılık olsa da, şu sıcak yaz günlerinde geleneksel yöntemler kadar bu inovatif lezzetlere de şans tanımaya ne dersiniz?

Tamamını Oku

Dosya

Kahve ve Sağlık

Published

on

Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.

En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.

Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.

Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!

Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.

“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.

Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!

Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.

Sağlıcakla kalın.

Doç.Dr. Mustafa Adem TATLISU Kardiyoloji Uzmanı

Tamamını Oku

Dosya

10 Kasım Özel: Ulu Önderimiz Atatürk Hangi Yemekleri Sever, Nasıl Beslenirdi?

Published

on

Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor. 

Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş. 

Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor. 

En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş. 

Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş. 

Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş. 

Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.

Tamamını Oku

Dosya

Kısık Ateşte Uzun Uzun Pişen Sanatsal Bir İntikam: The Menu

Published

on

Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor. 

Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz. 

The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye. 

Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.

Tamamını Oku