Hani deriz ya “biz” olabilsek birçok şeye yeter diye… Önce “biz” kısmını şöyle bir hatırlasak, hatırlatsak nasıl da güzel olur aslında. Çünkü sosyal yardımlaşma, toplumsal terbiye bu topraklarda çok uzun süreden beri var
Son
yıllarda özellikle İtalya seyahatinden dönenlerin anlatmakla bitiremediği bir
konu var: “Askıda kahve”
Gidilen
kafelerde kahve siparişinizi bir adet fazla verip askıda diye sesleniyorsunuz,
iki kişiyseniz üç kahve biri askıda ya da üstü askıya diyerek üç kahvenin
parasını ödüyorsunuz. Garson duvarda bulunan askıda yazısının altına bir tane
daha ilave ediyor. Daha sonra kahve içmek isteyen ama maddi durumu yeterli
olmayan kişi tahtaya bakıyor askıda kahve yazıyor mu diye eğer varsa bir kahve
askıdan olsun diyor, garson tahtadan bir tanesini silip kahveyi servis ediyor.
İşin sonunda gelen ilk kişi hiç tanımadığı birine kahve ısmarlamış oluyor.
İmrenerek
baktığımız bu şahane düzen bahsederken bile insanın yüreğini ısıtıyor, sarıp sarmalıyor.
Ancak bu sanıldığı gibi Avrupa’ya ait bir özellik değil. Osmanlı Devleti’nin
kuruluş döneminden başlayıp günümüze kadar zaman zaman önemini kaybedip son
yıllarda tekrar hatırlanmaya başlanan üstelik sadece kahveyle sınırlı kalmayan
bir gelenek, görenek…
Hani deriz ya “biz” olabilsek birçok şeye yeter diye… Önce “biz” kısmını şöyle bir hatırlasak, hatırlatsak nasıl da güzel olur aslında. Çünkü sosyal yardımlaşma, toplumsal terbiye bu topraklarda çok uzun süreden beri var.
Öyle ki MÖ
IV. yüzyılda Çin elçisi “Burada fakir olmana, aç kalmana, yoksun kalmana
müsaade etmiyorlar.” diye yazıyor Uygur Seyahatnamesi’nde.
MS VIII.
yüzyılda Orhun Abideleri’nde ifade o kadar açık ki: “Aç olan doyurulacak,
çıplak olan giydirilecek.”
Selçuklular
Anadolu’ya yerleştikten sonra Anadolu’nun “şefkat diyarı” diye anılmasının
altında toplumun her kesimine ulaşan müthiş bir sosyal yardımlaşma ağının
kurulması yatıyor.
Ahilik
öğretisinde güzel ahlak ile ticaretin demlendiği çay gibidir derler.
Kazandığını ihtiyaç sahibiyle paylaşmadıktan sonra kazancın tadını alamazsın.
Ama bu yardımı yaparken üslubuna çok dikkat edeceksin karşındakini
incitmeyecek, övünmeyeceksin ki yardımın yerini bulsun inanışı vardı.
Özellikle
Osmanlı döneminde sosyal yardımlaşma ile ilgili yapılan çalışmalar ve
yardımların şekli bizleri kendine hayran bırakıyor. İstanbul’un dört bir
köşesinde ücra köşelerde bulunan “Sadaka Taşları” boyları iki metreye yakın,
üzeri çukur şeklinde olurdu ki göz hizasını geçsin ve içerisindeki para
yardımını diğer insanlar görmesin diye. Sabah namazı öncesi ya da akşam namazı
sonrası sadaka taşına gidilmesinin nedeni karanlıkta ne yardım eden ne de
yardım alan görünmesin, “sağ elin verdiğini, sol el bilmesin” diyeydi.
Her yanı
tarih kokan İstanbul’da bir bilseniz fark etmeden nelerin önünden geçiyoruz,
bakıyoruz ama görmüyoruz. Bizim tarihi değeri olan ama sıradan gördüğümüz o
soğuk sütun aslında dilenmeyi, utanmayı, yoksulluğu ortadan kaldıran bir yardım
ocağı.
Diğer bir
onurlu, zarif yardım etme şekli ise bugün veresiye defteri olarak bilinen
“zimem defteri”ni sildirmekti. Yardım yapacak kişi bakkal, kasap, manav gibi
esnaflardan birine gider defteri açtırır bir sayfayı yırtar hesaplattırır,
borcunu öderdi. Maddi şartları epey yerinde olanlar özellikle bayram arifesinde
bütün defterdeki borcu ödeyip esnafa defteri kapattırırdı. Ne borçlu borcunu
kimin ödediğini bilirdi ne de ödeyen kimin borcunu ödediğini bilirdi.
Sosyal
yardımlaşma müthiş bir toplumsal şölen; maddi yardımlar ihtiyaçların
giderilmesini sağlarken bu yardımların gizli yapılması toplumu manevi yönden
zenginleştiriyor, ruhumuzun gıdası bu aslında.
Askı
kültürü de böyle; ilk ne zaman başladığını tam bilemesek bile Osmanlı döneminde
“askıda ekmek” uygulamasının olduğunu yazılı kaynaklardan anlıyoruz. Büyük olasılıkla
en temel gıda maddesi olduğu için fırınlardan başlayan bu uygulama yıllar
içinde “askıda kahve”, “askıda çay”, “askıda sebze”, “askıda meyve”, “askıda
et” olarak devam etmiş.
Yıllar
içerisinde unutulmaya yüz tutmasına karşın son yıllarda tekrar canlandı bu
güzel adetimiz. Haksızlık etmeyelim şu an çok sayıda şehrimizde fırınlarda,
bakkallarda “askıda ekmek” sistemi uygulanıyor. Kahvehane ve kafelerde askıda
çay, kahve; kimi lokantalarda köfte, bazı simitçilerde simit olarak
çeşitlenerek devam ediyor. Bazı işletmelerin askıda başlığı altında elektronik
sayaç koyması gelenekselliğin en güzel teknolojik hali gibi görünüyor insanın
gözüne.
Hatta son
dönemde bu konuda internet siteleri açıldı. Bazı internet sitelerinde il bazında hangi semtlerde askıda uygulamalarının
olduğu yazıyor, listeler sürekli güncelleniyor. Gönüllü bir yardım sepeti bu
aslında kimsenin birbirini görmemek için başını eğdiği, karşılık beklemediği,
sadece amacına hizmet eden imece diğer bir deyimle…
Bazıları özellikle öğrenciler için askıda kitap, film, kıyafet, sinema bileti, konser bileti, sergi davetiyeleri, tiyatro bileti gibi başlıklar altında birbirleriyle tanışmadan insanların manevi buluşmasını sağlıyor.
Aklınıza
art niyetli kullanımlar mı geldi ya ihtiyacı olmayan insanlar alırsa ya da
esnaf gereken yardımı iletmezse diye. İşte bu noktada işin sırrı belki
yılmamak, ısrar etmek, doğru yardımların sürekliliğiyle toplumsal faydayı
düşünmek. Çünkü aksi halde düşünerek yaşamamız mümkün değil.
On yedi
milyon kişinin açlık sınırında yaşadığı ülkemde tüm bu uygulamalar umut
veriyor. Sosyal medyaya verdiğimiz ilgi kadar sosyal yardımlaşmaya da ilgi
gösterirsek gönüllerdeki beğeni sayımız artmaz mı sizce de?
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.