Sürükleyici seminerleri, ünlü şeflerin workshoplar’ı ve birbirinden renkli etkinlikleriyle bulguru, geçmişinden geleceğine anlattı; bugüne dek gölgede kalan detaylarıyla tanıttı.
Hemen her evin mutfağında pişen, kolayca karnımızı doyuran, üstelik sayısız yararıyla sağlık veren bulgur, yüzyıllardır yemek kültürümüzün vazgeçilmezleri arasında. Ancak konu bu kıymetli ve her dem mütevazı cevheri dünyaya tanıtmak, gereken köprüleri kurmak olduğunda yeteri kadar atak olamıyoruz bir türlü. Nihayet 28-29 Mayıs tarihlerinde ilk kez Gaziantep’te gerçekleşen Bulgur Festivali, bu özel tahılı geçmişinden geleceğine tüm detaylarıyla gündeme getirdi. Araştırmacı ve uzmanların önderliğinde bulguru evrensele taşımak amacıyla düzenlenen seminerler, renkli yarışmalar ve etkinlikler sayesinde festivale katılan yerli-yabancı tüm konuklar, bulguru yapım aşamalarından pişirme tekniklerine kadar detaylı tanıma fırsatı buldu.
Sağlıklı beslenme artık dünya genelinde hızla yükselen bir trend. Bulgur gibi besin değerleri yüksek ve pratik malzemelerin önemi de, değeri de günden güne artıyor. Bugün Peru’dan büyük bir pazarlama başarısıyla dünyaya yayılan ‘kinoa’, bulgurun sahip olduğu potansiyeli görebilmemiz adına güzel bir örnek. Kilerin kuşkusuz en hamarat malzemelerinden bulgur, ciddi bir ihracat potansiyeline sahip. Besin değerleri diğer tahıllara oranla çok daha yüksek. Kepekli olması nedeniyle posa yönünden zengin, ayrıca B grubu vitaminlerinin en önemli kaynağı. Bulguru baş tacı ederek renkli görüntülerle tanıtan Bulgur Festivali ise, bulgur adına artık yeni ve farklı bir dönemin başlaması gerektiğinin önemli bir habercisi ve öncüsü.
Bulgur Meydan Okudu!
İki gün boyunca hız kesmeden süren Bulgur Festivali, Gaziantep’in dev parklarından Botanik Bahçesi’nde gerçekleşti. Etrafa yayılan renkli minder ve şemsiyeler, ana sahnenin hemen önündeki büyük festival mutfağı, sergi alanları, bulgur üreticilerinin ürünlerini tattırdığı stantlar, dev seminer çadırı; hepsi alanda hazırdı. Festivalin ‘UNESCO Yaratıcı Şehirler Ağı’na kabul edilen Gaziantep’te gerçekleşmesi ise ayrıca önemliydi. Zengin mutfağıyla dünyanın ilgisini çeken Gaziantep’in bulgur yemekleri ve derin mutfak kültürü; festival alanının en güçlü öğelerinden biri oldu. Festival heyecanı ilk gün dev kazanda kaynatılıp dağıtılan ‘hedik’ geleneği ile başladı. Kutlamalarda bereket getirileceğine inanılarak misafirlere, komşulara dağıtılan, evlerde bulgur yapılırken mutlaka tadına bakılan hedik, festival kazanında kaynadı. Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin ve Gaziantep Ticaret Borsası Yönetim Kurulu kazanın başındaydı.
Festivalde konuşma yapan Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin, Gaziantep’in gastronomi dalında, UNESCO’nun ‘Yaratıcı Şehirler Ağı’na girdiğine de değinerek: “Geleneksel Antep sofrasının vazgeçilmezi bulguru tanıtmak ve tüm Türkiye’ye sevdirmek amacıyla gerçekleşecek festival, inşallah alanında bir model oluşturur. Bulgur Festivali’mizle, gastronomi kenti Gaziantep’in geleneksel Antep yemeklerinin uluslararası tanınırlığı daha da artacaktır. Geçmişten günümüze kadar uzanan bulgur yemekleri, sadece mutfağımızı değil, kültürel zenginliğimizi de ortaya koyuyor. Festival, topraklarımızdaki bu muhteşem geleneğin üretime dönüşmesinin göstergesidir.” şeklinde konuştu. Gaziantep Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Tiryakioğlu ise; zengin besin değeriyle coğrafyamız insanının asırlar boyu sofrasından eksik etmediği geleneksel lezzet bulgurun, günümüzde dünyanın yeniden keşfetmeye başladığı temel gıda maddelerinin başında geldiğini dile getirdi ve ekledi: “Hayat bulduğu Anadolu topraklarında üreticisi ve tüketicisi tarafından ‘sarı altın’ olarak nitelendirilen bulgur, dünyada halen Türk kökenli ismiyle kabul edilen ender besinlerin de başında gelmekte. Sağlık açısından faydaları ise halen önemli birçok bilimsel araştırmanın kaynağını oluşturmakta. İçerdiği zengin besinsel lif, vitamin ve mineral maddeleriyle sağlık dostu olarak kabul gören bulgurumuzu UNESCO gastronomi kenti Gazi şehrimizden evrensel mutfaklara taşımak istiyoruz.”
Ortadoğu ve Osmanlı mutfağı üzerine çalışmalarıyla tanıdığımız, bol ödüllü, Gaziantepli şef Yunus Emre Akkor, festival mutfağında tarihten bugüne uzanan geleneksel bulgur lezzetlerini hazırladı.
Festival alanının en dikkat çeken bölümlerinden biri ise, bulgurun başaktan sofraya yolculuğunu anlatan sergi alanıydı. Bulgur çeşitleri, hangi bölgede ne tip üretim yapıldığı, teknik bilgiler, bulgur yapılırken kullanılan araç gereçler; hepsi festival alanında kurulan bu özel sergi alanında konuklara anlatıldı.
Gazeteci, yemek kültürü araştırmacısı ve yazarı Nedim Atilla; bulgurun Anadolu’da nasıl pişirildiğini, hangi malzemelerle eşleştirildiğini seminerinde anlattı. Seminer katılımcıları arasında ünlü beslenme uzmanı Dilara Koçak da vardı. Bulgurun sağlıklı beslenme zincirindeki önemine, yüksek bir vitamin ve besin deposu olmasına değinen keyifli konuşması yoğun ilgi gördü. Koçak, bulgurla yapılabilecek diyet yemeklerden, bulgurun uzun süre tokluk veren ve kan şekerini dengeleyen özel yapısından bahsetti. Dünyaca ünlü yemek ve seyahat dergisi Food and Travel’ın Türkiye edisyonu Genel Yayın Yönetmeni Ebru Erke ise festivalin çok kültürlü etkinliklerinden birini üstlendi. Erke’nin moderatörlüğünde farklı ülkelerden birçok ünlü lezzet bulgurla pişirildi. Etkinliğin katılımcı ünlü şefleri arasında; uzun yıllardır Türkiye’de yaşayan, Çırağan Palace, Swissotel, The Marmara gibi otellerin mutfaklarını başarıyla yöneten Hollandalı şef Rudolf Van Nunen, Shangri-La Bosphorus’un şefi Fransız Olivier Pistre, Taksim’deki Gaia Restaurant’tan Koreli şef Heejung Han, Pera Thai’nin Taylandlı şefi Napaporn Sarı, Mövenpick Otel’in tecrübeli İtalyan şefi Giovanni Terracciano ve Musafir Restoran’ın Hint şefi İmran M. Rana vardı. Her şef, kendi ülkesine özgü lokal bir lezzeti festival mutfağında bulgurla pişirdi. Konuklar şefleri çalışırken izledi sonra da hazırladıkları lezzetleri tek tek tattı. Bulgur dünya mutfağının iddialı malzemelerine meydan okudu. Gaziantepli sivil toplum kuruluşu GASTURDER tarafından düzenlenen ve geleneksel tariflere odaklanan Ninelerden Torunlarına 1001 Kültürü ile Gaziantep Gastronomi Masalları Bulgurlu Yemek Yarışması ise festivalin en anlamlı etkinliklerinden biriydi. Gaziantepli aileler; anneanne, anne ve çocukları olarak üç kuşak mutfağa girdi. Aile tariflerini festival jürisi için pişirdi. Bulgur tariflerinin kuşaktan kuşağa aktarılmasına odaklanan yarışma, renkli ve duygusal anlara sahne oldu. İnovatif Bulgur Yemekleri Yarışması’nda ise Gaziantep Üniversitesi Gastronomi Bölümü öğrencileri bulgurla dünya standartlarında modern ve özgün lezzetler hazırladı.
Festivalin bir diğer önemli semineri ‘Bulguru dünyaya nasıl tanıtırız?’ sorusuna odaklandı. Önde gelen bulgur üreticileri ile şefler arasında köprüler kurmayı hedefleyen panelin moderatörlüğünü Prof. Dr. Mustafa Bayram üstlendi. Gaziantep Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Tiryakioğlu, Mutfak Dostları Derneği Başkan Yardımcısı ve yemek danışmanı Osman Serim, şef Rudolf Van Nunen gibi isimler panelde bulgurun dünyaya tanıtımı üzerine konuştu.
Gaziantep Gastronomi ve Turizm Derneği (GAPDER) üyesi usta şefler ise festival alanında tam 101 bulgur yemeğinden oluşan heyecan verici bir sergiyle yer aldı. Anadolu tariflerinin yanı sıra şeflerin bulgurdan yaptığı cheesecake, suşi gibi lezzetler de vardı. Bir başka inovatif sunum ise Mutfak Sanatları Akademisi etkinliğiydi. MSA eğitmen şefleri, bulguru modern tekniklerle yorumlayarak nefis bir dondurma hazırladı. Workshop’a gösterilen yoğun ilgi neredeyse stantları yıktı. MSA eğitmen şefleri festival konukları için düzenlenen gala yemeğinde de bulgurla hazırlanan özel ve yaratıcı bir menü sundu.
Festivalin tüm konuklarına en büyük katkılarından biri de kuşkusuz onlarca farklı bulgur çeşidini yakından tanımak oldu. İri pilavlıktan, köfte bulguruna, çorbaların, kebapların yıldızı sitti simitten koyu renkli esmer bulgurlara; konuklar bulgura doydu. Bulgurun önemli üretim merkezlerinden Gaziantep, bu festivalle diğer üretici şehirler için de önemli bir adım atmış oldu. Umarız coşkuyla geçen Bulgur Festivali örnek teşkil ederek Anadolu’nun sarı cevheri bulguru dünyaya anlatan ve duyuran bu festivallerin devamlılığına da öncülük eder.
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.