Açıklanan verilere göre dünyada her yıl 1.3 milyar ton yemek çöpe atılıyor. Dörtte birine sahip çıksak, dünyanın açlık sorununu çözebilecek iken yaklaşık olarak yılda 1 trilyon doları çöpe atıyoruz.
Tüketim çılgınlığının alıp başını gittiği şu günlerde (elbette
her insan kendi parasını dilediği gibi harcamakta özgür lakin konu evrensel
olunca bireyselliğin önemi yok), dünya nüfusunun giderek arttığı, tarımsal
arazinin ise hızla azaldığı düşünüldüğünde söz “gıda” olduğunda israf hakkımız yok.
Açıklanan verilere göre dünyada her yıl 1.3 milyar ton
yemek çöpe atılıyor. Dörtte birine sahip çıksak, dünyanın açlık sorununu
çözebilecek iken yaklaşık olarak yılda 1 trilyon doları çöpe atıyoruz.
Elbette ki gıdaların çöpe atılmasının farklı nedenleri
var; bir kısmı teknoloji yoksunluğundan, saklama yöntemlerinin bilinmemesinden
ve yanlış üretim-tüketim planlamasından kaynaklanmasına karşın oldukça büyük
bir kısmı “haddini bilmemekten” kaynaklanıyor. Zaten israf kelimesi sarfiyattan
geliyor ve bazen haddi aşmak manasında kullanılıyor.
Gıda ürünlerini alışveriş sepetimize koyarken de
tabağımıza yemeğimizi alırken de dışarıda yemek siparişi verirken de
düşünmüyoruz. Karar vermeden önce nefes alsak daha akıllıca seçimler yapacağız
belki de. Evlerde çoğunlukla ekmek atılırken restoranlarda tabaklarda kalan
yemekler atılıyor, hele bir de açık büfe kavramı var ki hiç sormayın; restoranların
5 katı daha fazla yemek çöpe gidiyor.
Açlık ve doyumsuzluk
arasındaki farkı göremediğimizden dolayı açlıktan yaşanan ölümlerden hepimiz
sorumluyuz.
Ne tüketen bilinçli ne de işletme sahipleri… Gıda
sektöründe kayıplar tarım arazisinden başlıyor, sebze-meyve hallerinde ve
perakende satış yerlerinde devam ediyor, ev ve restoranlarda son vuruşu işletme
sahipleri ve tüketiciler olarak biz yapıyoruz.
Kuşkusuz bu sorunu gören, çözmeye çalışan kurum ve
kuruluşlar, bazı sivil toplum hareketleri var. Dünyanın farklı ülkelerinde
değişik metotlar kullanarak gıdaların çöpe gitmesine engel olmaya çalışıyorlar.
Avusturya’da bir grup gönüllü tezgâhlarda kalan,
kullanıma uygun son sebze ve meyveleri toplayarak ev yapımı reçeller üretip,
ihtiyaç sahiplerine dağıtıyorlar.
İspanya’da ise bambaşka bir yol bulmuş sivil toplum
kuruluşları. Geliri düşük mahallelerin köşelerine buzdolabı koyarak, ev ya da
restoranlardan gelen tüketim fazlası yemekleri üzerinde üretim-tüketim bilgi etiketiyle
muhafaza ederek bir tür bağış yapıyor.
Hindistan kendine özgü tavrını yine korumuş; öğle
yemeklerini sefertaslarında yedikleri için kendilerine fazla gelen bölümün
üzerine “paylaş” yazan bir yazıyla belirli noktalara bırakıyorlar ve 5000
gönüllü bisikletli bu tasları ihtiyaç sahiplerine dağıtıyor.
Fransa konuya daha parasal yaklaşıyor. Süpermarketlerde
son kullanma tarihi yaklaşan ve satılmayan gıdalar işletme sahibi tarafından yardım
kuruluşlarına bağışlanmazsa, 75 bin Euro para cezası ödemek zorunda.
ABD’de birçok yardım kuruluşu farklı kurtarma
modelleri geliştirse de şu an en çok kullanılan yöntemlerden biri cep telefonu
uygulaması. Çiftçilerle iletişime geçerek ürün fazlasını öğrenip, gönüllü
tedarik zinciri kuruyor ve lojistik maliyetini yok ederek ürünleri ihtiyaç
sahiplerine ulaştırıyor.
Kanada’da ise şahane bir yol bulmuşlar.
İlgilenilmediği için çürüyüp çöpe gidecek meyveleri, sahiplerinden izin alarak
ağaçlardan toplayan ve bu ürünleri perakendecilere satarak elde edilen gelirle
bağış yapan 1000 adet gönüllü var.
Dünya Gıda
Örgütü (FAO), Türkiye’yi ekmek israfına dönük kampanyaları
nedeniyle örnek gösterse de ülkemizde israfın boyutu utanılacak kadar büyük.
Yılda 2,5 milyon ton sebzeyi, 950 bin ton meyveyi israf ederek ortalama 250
milyar lirayı çöpe atıyoruz.
Örnek gösterildiğimiz ekmek israfında ise rakamlar can
yakıyor. Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından yapılan araştırmaya göre günde
ortalama 4.9 milyon adet ekmek çöpe gidiyor. Günlük besininin yüzde 44’ünü
ekmekten sağlayan, yüksek tüketim oranı nedeniyle 2000 yılında Guinness
Rekorlar Kitabı’na giren ülkemizde inanılması güç bir ekmek israfı var.
Yere düştüğünde öpüp
başımıza koyduğumuz ekmeği, tekrar neden çöpe atıyoruz anlamak mümkün değil!
Domatesi çöpe atarken o domatesi ekeni,
büyüteni, toplayanı, tarladan sebze-meyve haline getireni, manav ve marketlere
taşıyanı düşünüyor muyuz? Kaç kişinin emeğine saygısızlık ettiğimizi fark etmek
için belki durup düşünmek gerek.
Oysa içinde bulunduğumuz Anadolu mutfağı,
saklama yöntemlerini keşfeden ilk mutfaklardan. Dünyada konservenin tarihçesi
19. yüzyılda “ordular mideleri üzerinde yürür” diyen Fransız generali Napolyon
sayesinde başlasa da Anadolu halkının Orta Asya’dan göç ederken yanında
getirdiği geleneksel saklama yöntemleri çok daha eskilere dayanır.
Ürünleri besin değeri kaybolmadan
mevsiminde yesinler, tazesi bulunamadığında mahrum kalmasınlar, taşırken
bozulmasın, ihtiyaçtan fazlası çöpe gitmesin diye; kurutmuşlar, tuzlamışlar,
güneşte pişirmişler, salamura yapmışlar.
Kavurma, pastırma, sucuk, kurutulmuş
et, tuzlama et, yoğurt, peynir, çökelek, peskütan, keş, kurut, kaymak, iç yağ,
maya, akça katığı, karın kaymağı, salça, tarhana, kımız, pekmez, pestil, kurutulmuş
tahıllar, kak adı verilen kurutulmuş meyveler, kurutulmuş sebzeler, zeytin, turşu,
reçel, sirke, erişte gibi, bugün lezzeti için peşine düştüğümüz bu yiyecekler
göçebe yaşamın sonucu. Yokluk, bolluk getirmiş çeşitlere.
Tarhana mesela; tek başına ayrı bir hikâyesi
var. Yoğurdun saklanış şekillerinden biri olarak çok eski bir geçmişe sahip. Kimi
kaynaklara göre Orta Asya’dan göç edenlerle yayılmış, önce Anadolu’ya, sonra yine
göçlerle dünyaya. Arap ülkelerinde “kish”, İran ve Irak’ta “kushik”, Türkistan’da
“göce”, Yunanistan’da “trahanas”, Finlandiya’da “talkuna”, Macaristan’da “tahonya”
adı veriliyor. Bilinen en temel tarifi buğday unu, buğday kırması veya irmik,
yoğurt, biber, tuz, soğan, domatesle harmanlanıp, yoğrulduktan sonra fermente
edilip kurutulup öğütülüyor.
Anadolu mutfağında un, göce (buğday
kırması), irmik ve karışık tarhana olarak çeşitleri olmasının yanında, yöresel
olarak farklılıklar gösteren kızılcık tarhanası, sütlü tarhana gibi farklı
türleri de mevcut. Hem yaş hem kuru olarak yapılıp muhafaza edilebiliyor.
Üstelik tarhananın yapılış şeklinin
sosyolojik bir boyutu da var. Yaz mevsiminde komşularla, eş dostla beraber, imece
usulüyle yapılan bir kış hazırlığı olarak sosyalleşmenin en lezzetli
örneklerinden biri haline geliyor.
Dünyada yaşanan doğal felaketlerde
ihtiyaç sahibi olan ülkelere yardımlar yaparız, hem resmi hem de sivil toplum
kuruluşları olarak. Genellikle un ve su ağırlıklı gıda malzemesi yollarız. Yıllardır
düşünürüm neden tarhana yollamayız diye. Oysa sadece su ve tarhana beslenme
ihtiyacını fazlasıyla karşılar.
Kış hazırlıklarının yapıldığı
salçaların kaynatıldığı, kurulukların hazırlandığı, tarhanaların serildiği bu
aylarda dünya mutfaklarına emsal saklama yöntemlerini bulmuş bir toplumun
fertleri olarak, aşırı israfımızı sorgulamak gerekiyor.
Sümerler’in sanat eserlerinde buğdayı
öğütürken yere düşen taneler için ağlayan kadınları tasvir ettiği düşünülürse, bilinçsiz
tüketim modern çağın hastalığı sayılabilir. Doyumsuzluk beraberinde
hazımsızlığı da getiriyor.
Önümüzdeki yıllarda gıda savaşlarının
yaşanacağı rakamlarla ispat edilirken yemeklerimizi çöpe atarak kimlerin
ekmeğine yağ sürüyoruz acaba.
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.