Dosya
Kırmızı et düşman mıdır?

Yayınlanma zamanı
1 ay önce-
Yazar:
Mustafa Adem Tatlısu
Binlerce yıldır insanlığın ana öğünlerinden olan kırmızı et hiçbir zaman yenilmemesi gereken sakıncalı bir ürün müdür? Elimizdeki kanıtlara dayanarak bunun cevabını vermek oldukça zor olsa da elimizde bu konu ile ilgili birçok yeni bilgiler var.
Yüksek protein, B vitamini, çinko, demir gibi birçok yararlı vitamin ve mineral içeriğine sahip olan kırmızı et bizlere yarardan çok zarar mı verir? Günümüzde kesinlikle yenmemeli sonucuna ulaşabileceğimiz kesin bir kanıt yoktur! Fakat Dünya genelinde ana besini kırmızı et olan toplumlarda kalp ve damar hastalıkları oldukça yüksektir ve bu durum ana besinin kırmızı et olmaması gerektiğini göstermektedir! Ülkemizde de Türk Kardiyoloji Derneği’nin yaptığı çalışmada bu durumu gözler öne sürercesine en az kalp krizi görülen bölgenin Akdeniz Tipi Diyetin (Ana Protein kaynağı kırmızı et yerine balık olan ve dengeli protein ve karbonhidratın olduğu bir diyet türü) ön planda olduğu Ege Bölgesi bulunmuştur. Ülkemizde en çok ve en erken yaşlarda kalp krizlerinin izlendiği bölgeler ise Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadoludur.

Tamamen yasak da olmasın, her gün ana öğünümüz de olmasın, peki ne kadar tüketelim? Günümüz güncel kanıtlara dayanarak yapılan önerilerde haftada iki kez tüketmenin bir sakıncasının olmadığı ve haftalık 200-250 gramı geçmemek şartı ile tüketilmesi önerilmektedir. Peki kırmızı etler arasında bir fark mı? Yapılan çalışmalarda kuzu, dana, koyun etinden ziyade neresinin yendiğinin önemli olduğu belirtilmiştir. En sağlıklı et bölümleri arasında yağsız etlerden olan bonfile, küşleme, kontrafile gibi etler bulunmaktadır. Tabi antrikot gibi lezzetleri etleri tüketmek isteyenler de olacaktır ama en azından gözle görülen yağların yenmemesi ve sadece etin tüketilmesi daha yerinde olacaktır. Tabi söylemeden olmaz, jambon/salam/sosis gibi işlenmiş et ürünleri, miktardan bağımsız olarak kesinlikle tüketilmemelidir!
En çok sorulan sorulardan; ben etin yağını hiç yemem, bu yüzden haftanın 7 günü kırmızı et tüketsem olmaz mı? Aslında gözle görülen yağını yemeden, saf et tüketimi önerilen bir yöntemdir fakat yeterli midir? Maalesef hayır. Kırmızı ette bulunan kolin ve karnitin, bağırsaklarımızda bulunan bakteriler tarafından TMAO’ya (trimethylamine-N-oxide) dönüştürülmektedir ve bu madde de damar sertleşmesine neden olarak inme ve kalp krizine neden olmaktadır. Yani yağsız et de olsa ölçülü tüketilmelidir.
Sonuç olarak bugüne dek elde edilen bilimsel kanıtlar kırmızı etin kesinlikle yenmemesi gereken bir besin olmadığını göstermiştir. Demir/çinko gibi birçok yararlı mineral ve vitamini barındıran bu besleyici ürün için dikkat edilmesi gereken ise ölçülü tüketimdir. Unutmayın ki “ İlaç ile zehiri ayıran tek şey DOZDUR!”, yani bir besini ölçülü tüketirseniz yarar, abartıya kaçarsanız zarar görürsünüz. Sağlıcakla kalın.
Doç.Dr. Mustafa Adem TATLISU
Kardiyoloji Uzmanı

Sonbahar deyince aklına hangi renklerin geldiğini kime sorsanız, yanıt hiç şüphesiz sıcak renkler olacaktır. Bu mevsime en çok yakışan ve sonbaharla en çok bütünleşen sebze ise bize göre hem rengi hem tadı ile kesinlikle balkabağı. Ekim ayı ile birlikte meyve sebze reyonlarında boy boy ve renk renk balkabağı görmek hem görsel olarak çok keyifli, hem de balkabağının faydaları say say bitmiyor.
Hem tatlı hem tuzlu birçok tarifin yıldızı olan balkabağı, öncelikle harika bir lif kaynağı. Lifli sebze ve meyvelerin sindirim için çok yararlı olduğu artık neredeyse hepimiz tarafından bilinen bir gerçek. Lifli sebze ve meyveler aynı zamanda tok tutma özelliğine de sahip.

İçeriğindeki bol A vitamini ile gözlere ve cilde epey yararlı bir sebze. A vitamini cildin nem kazanmasına yardımcı olur. Tam da havalar soğuduğunda ihtiyacımız olan şey.
Yüksek miktarda içerdiği beta karoten ile, oldukça güçlü bir antioksidan kaynağı ve bu da bağışıklık sistemimizin dostu olduğu anlamına geliyor.
Sonbaharın renkleri ve ruhu ile özdeşleşmiş bir sebze olan balkabağı tüketirken aslında kendinize ve sağlığınıza büyük bir iyilik yapmış olduğunuzu tekrar hatırlatmak istedik. Çorbasından tatlısına, kullanım alanı çok geniş olan bu renkli sebzeyi sonbahar boyunca sofranızda bol bol kullanabilirsiniz.
Dosya
“Çay”ın hikayesi
Aslında çay aynı zamanda ülkelerin hayat tarzlarından, kültürlerinden ve törelerinden de bir sürü ilham alarak her ülkede farklı sunum ve hazırlanış usulleri ile tüketilmektedir.

Published
4 sene agoon
25 Eylül 2019
Dünyanın iki numaralı sıvısı, sudan sonra en çok içilen çay, 6000 yıllık bir gelenektir ve milletlerin yaşam evrimleri ile insan hayatına adapte olmuş bir usul halini almıştır.
Efsanenin başı M.Ö. 2737 yılında Çin İmparatoru Shen Nung’un bahçesinde, bir ağacın dibinde kazanda su kaynatılırken, kazanın içine rüzgarla düşen yapraklar enfes bir koku saçar etrafa. O sırada bahçesinde dolaşan imparator kazana yaklaşır ve bu nefis kokulu suyu tatmak ister. Kazana düşen yapraklar yabani çay ağacının yapraklarıdır. İşte çay insanoğlunun hayatına böyle girer.

M.Ö. 400lü yıllarda Zen rahiplerinin odaklanmada yardımcı bitkisi olmuştur çay. 600’lerle 900’lü yıllar arasında çay, dünyaya yayılmaya başlar. Atlı Çay Yolu olarak adlandırılan ve uzak doğu bölge ülkelerindeki Budist rahiplerinin kullandığı yol, çayı Japonya ve Kore’yle tanıştırır. Artık çay uzak doğunun sihirli ve gizemli içeceği olmuştur bile. Yine Tang hanedanından Lu yu Cha Ching ismindeki yazar ve bilim adamı 700’lü yıllarda “Çay Kitabı”nı kaleme alır. Çay Kitabı tarihin ilk içecek kitabı olur. Bu kitap çay hasatlama, üretim, işleme ve sunumunu anlatır. Etkileyici bir yeme içme kitabıdır. Çayı batı ile buluşturan ise tabii ki de sömürgeci krallıklardır. Hollanda 1606 yılında ilk çayları limanlarına indirmiştir. Hollanda’nın 1600lerde Oriental Inde Company ismindeki şirketi, düzenli şekilde yaklaşık 20 yıl boyunca çay monopolünü devam ettirmiş ve Avrupa’ya çayı getiren ana şirket olmuştur. Sömürgesi altında olan Assam ve Seylan Adası’nda çay bahçeleri oluşturan İngiltere ise bu özel lezzetle 1700’lerde yani uzak doğudaki tüketiminden 4000 yıl sonra buluşur. Çay yelkenli gemilerin tasarımını bile etkileyecek kadar değerli bir ürün haline gelmiştir. İngilizler çayı Batı’ya daha hızlı taşıyabilmek için gemi tasarımlarını geliştirmişler ve daha hızlı gemiler kullanmaya başlamışlardır. 1620’lerde East India Company isimli İngiliz şirketi, 1660’lara kadar batının en büyük çay tüccarı olmuştur. 1657 yılında Londra’nın coffee shoplarından birisinin sahibi olan Thomas Garraway işletmesine çayı sokar ve reklamını şu şekilde yapar: “Tüm Çinli doktorların onayını almış harika içecek!” Garraway ayrıca “Bazı ülkeler Tay, bazıları ise tee diyor.” diyerek ismin batı perakendesine lansmanını da yapmıştır. Çay, Londra sokaklarında çok özel etkiler yaratan ve öncelikle asillere ve prenslere sunulan bir içecek statüsü kazanırken, coffee shopların bir kısmı “Tea House” olarak tabela değiştirmeye başlamıştır. Doğal olarak 1700’lerde prim yapan bu içeceğe hemen ciddi bir vergi bindirilmiş ve böylece çay karaborsası da başlamıştır. Çay, 1800’lerde İngiltere’de ulaşılabilir fiyatlara düşünce ulusal ilahi içecek olarak tanımlanmaya başlar. Çay 1650’lerde, Fransa’da tıbbi çevrelerde popülerleşir ve gut hastalarının sütle hazırlayarak kullandıkları ilaçlardan birisi olur. 1773’te İngiliz ve Hollandalılar tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne getirilir. Boston Yönetimi’nin karşı geldiği ve ithalatını istemediği bu içecek, ağır vergilere rağmen ABD’yi sarar. Çin monopolünde olan bu ticaretten İngilizler rahatsızdır. Çinliler, İngilizlerin çay karşılığında satmaya çalıştıkları kumaşı kabul etmezler. Sinsi bir şekilde İngiltere, Çin’de bağımlılık yaratan Opium bitkisini Çin’e sokar. Bu güç dengesini sağlama çabası Opium savaşının başıdır ve 1842’de Hong Kong’un İngilizler tarafından ele geçirilmesinin başlangıcıdır. 1830’larda çay imalatında yetersiz kalan Çin’in yanı sıra İngiltere 1834’de Hindistan ve 1857’de de Seylan’a çay tohumlarını eker. Süreç içinde çay, İngiliz kolonisi olan siyahi Afrika ülkeleri ve diğer Asya ülkelerinde de ekilen bir ticari tarım ürünü haline gelir. Bugün bu emeğin karşılığı, dünyada yaklaşık saniyede 15000 fincanlık bir tüketimi yani aynı zamanda üretimi temsil eder.

Türkiye’nin çay ile tanışması ise 1700’lerin sonudur. Üstelik tahmin edildiğinin tersine Türkiye’yle çayı İngilizler değil Japonlar tanıştırmıştır. İlk ekimler Bursa bölgesinde yapılmış ve iklim şartlarından dolayı verim alınamamıştır. 1917 yılında, Ziraat Mekteb-i Âlisi müdür vekili ve botanikçi Ali Rıza Erten’in çalışmaları sayesinde 16 Şubat 1924 tarihinde Rize’de çay yetiştirilmesine meclisten onay çıkmıştır. 20 yıl sonra da ilk çay işleme fabrikası kurulur. Türkiye çayla olan bu geç tanışıklığına rağmen bugün dünyanın en çok çay tüketen ülkesi unvanını taşımaktadır. Kişi başı yıllık 3150 gram tüketimini, ikinci sırayı alan İrlanda yıllık 2200 gram tüketim ile çok geriden takip eder.
Aslında çay aynı zamanda ülkelerin hayat tarzlarından, kültürlerinden ve törelerinden de bir sürü ilham alarak her ülkede farklı sunum ve hazırlanış usulleri ile tüketilmektedir.
Çay bitkisi Latince Camellia Sinensis olarak geçer. İlk bitkiler doğal olarak yabani olup Birmanya’dan dünyaya yayılmıştır. Saf kan çaylar olan Assam(Assamica) ve Çin (Sinensis) çayı bugün çapraz fidanlamalarla yaklaşık 1500’ün üzerinde çay çeşidi oluşturmuşlardır. Çay bitkisi budanmazsa 10 metre yüksekliği bulabilir. Normalde 1-1,5 metreyi muhafaza edecek şekilde budanır. Kaliteli bir bakım ve budama disiplini ile bir bitki 100 yaşını doldurabilir yani çay çok bereketli bir bitkidir. Assam çayı Hindistan, Sri Lanka ve bazı diğer ülkelerde yetişir ve büyük güçlü yapraklara sahiptir. Çin yani Sinensi çayı ise Çin, Taiwan, Japonya, Darjeeling ve komşu ülkelerde yetişir, daha narin ve ufak yaprakları olur.

Çoğu gastro bitki gibi çay da iklim, toprak ve yükseklik parametrelerinin kombinasyonu ile vasat veya çok kaliteli bir hasat verir. Kaliteli çay için yüksek (500 – 2000 metre) ve hafif serin yöreler, yaprakların daha yavaş ve daha yoğun aromalarla büyümesine zemin sağlar. Bu deniz seviyesinden iyi hasat çıkmaz anlamına gelmez doğru budama ve doğru türler ile mükemmel ürünler elde edilebilir. Assam ve Sinensis’in melez fidanından hasat alındığında bir fidan çeyrek kiloya kadar ürün verir. Çay çeşitlerine gelince; 1500 çeşit için yeteri kadar sayfam yok ama ana türler ve popüler türlerin üzerinden geçebiliriz.

Siyah Çay
Okside olur yani oksijenle kararır bu bir çeşit fermente olması demektir. Doğru demlendiğinde daha yoğun, güçlü ve gövdeli bir lezzet sunar. Aynı zamanda yüksek kafein içerir (kahvenin %65 i kadar). Ülkemizde Siyah çay yetişir.
Koyu Çay (Dark Tea)
Adı siyah çay değildir. Koyu çay, Çin’in Hunan ve Sichuan bölgelerinin hasadı olup probiotik içerir ve hafif tatlımsı lezzeti ve yıllandırılmış duygusu veren aroması ile farklı bir keyiftir.
Oolong Çayı
Meşhur Oolong çayının orta seviye kafein oranı vardır. Bu çaylar ne siyah çay kadar keskin olur ne de yeşil çay kadar hafif ve suyumsu. Oolong çaylarında çiçeksi ve meyvemsi aromalar hissedebiliriz. Bu çay antioksidan olup kan şekeri dengelemeye kadar bir sürü şifa içerir. Renk tanımlaması zordur çünkü her ülkenin iklim ve şartları, yaprakları farklı renklere çevirir.
Yeşil Çay (Camellia Sinensis)
Bitkinin tepe tomurcuğuna yakın ilk yapraklar ile hasat edilen non-okside bir çay çeşididir. Dünyada ilk kez Çin’de üretilen, M.S. 800’lü yıllarda Çin’den Japonya’ya getirilen bir tür olup, yoğun c vitamini ve antioksidan özelliğe sahiptir. Yeşil çay, Oolong çayı veya koyu çay sadece sıcak su ile demlenerek canlı ateşe maruz kalmadan hazırlanır.
Beyaz Çay
En ender görülen fakat çok farklı bir türdür. Bu yine bildiğimiz çay bitkilerinden elde edilir fakat daha yapraklar olgunlaşmadan ve pamuksu beyaz lifleri üzerindeyken elde edilen hasattır. Bu çayın en taze ve genç şeklidir ve muhafazası en zor olanıdır, kolay bozulabilir. Buna aslında erken hasat diyebiliriz.

Peki herkesin son yıllarda diline düşen matcha çayı nedir? Bugün cheesecake’ten tutun çikolataya kadar her yer matcha çayı oldu. Bu trend nasıl böyle oldu? Matcha aslında bir çeşit yeşil çay nişastasıdır. Bu nişastayı elde etmek için yeşil çayı dalında son 20 gün güneşten hafif gölgelendirip, klorofil oranını yükseltilerek daha yoğun ve koyu yapraklar elde edilir. Bu işlem yapraklardaki L-theanine oranını da yükseltir. L-theanine bir amino asittir ve bir çeşit mantar yani küftür. Aynı zamanda bizlere dingin, dinç ve sakin olma duygusunu veren maddedir. Matcha’da bunu yoğun hissedersiniz. Dalinda kıvrılan yapraklara Gyokuro denir ve bu yapraklar 1. sınıf hasattır. Eğer yapraklar kurur ve şekilsiz bir hal alırsa, bu yapraklara Tencha denir. Tencha, matcha üretiminde kullanılan türdür. Tencha yaprakların nemi alınıp, okside edilmez ve sonrasında da taş değirmende nişastalaştırılırsa elde edilen ürün matchadır. 10. yüzyılda Çin’de ilk kez yapılan bu işlem şu anda Japonya’da son derece popülerdir. Matcha çayı Japonya’dan, sosyal medya sayesinde dünyaya öyle bir yayıldı ki bugün trend follower tüketiciler Matcha’dan olsun da ne olursa olsun tüketme arzusu içindeler.
Gelin birazda bazı ülkelerin töre ve geleneklerine karışan çayın sunum farklılıklarını ele alalım.
Azerbaycan’da çay, ülkemizdeki gibi çok tasarım ve şık semaverler ile demlenir ve yanında ham küp şeker, meyve reçelleri, kuru yemiş ve unlu mamullerle sunulur. Reçelle çay içmek gündeliktir.
Bir Çin atasözü “Çay dünyanın gürültüsünü unutmak için içilir.” der. Çinliler bu işin mucididir. Çin’de çay hazırlama sanatına Cahdao denir. Çay sanatı, Japonların Çinlilerden öğrendiklerini kabul ettikleri ender kültürlerden birisidir. Çinlilerin de en popüler çay seremonilerinden birisi düğün seremonisidir. Gelin ve damat ebeveynlerinin onlara verdiği tüm emek ve sevgiye karşı vefa ve saygılarını göstermek ve aynı zamanda yeni kurdukları ailenin erkeği ve kadını olarak ilk duyurularını geleneksel bir çay sohbeti çerçevesinde yaparlar.
Tatar çayı ise bana en enteresan gelenlerinden birisidir. Aynı zamanda Nogay çayı diye de anılan bu çay sabah kahvaltısında bir tencerede, su ve çayın yoğun bir demde kaynatılıp süzülmesinden sonra içine yoğun yağlı süt, tuz ve karabiber eklenerek çinko kaselerle içiliyor.

Ve İngilizler… Tabii ki çayı az süt eşliğinde içerler. Genelde siyah çay türü olan İngiliz çayından sonra ikinci sırayı Earl Grey çayı alır. 1800’lerin başlarında İngiltere Başbakanı Charles Grey’in Londra’ki Picadilly’de, Jackson çay evi ve meşhur çay markası Twinings’e bergamot yağı ile harmanlanan siyah çay tarifini verdiğini ve bu sebepten dolayı bu çaya Earl Grey dendiği yönünde bir hikayesi de var.
Fakat ben öyle şeyler duydum ki bu hikâye biraz yavan kaldı. Mesela “grey” gri demek, “earl” ise erken anlamında… Dolayısıyla erken gri olan çay demek… Nasıl bir yaratıcı güç bu? Bu çayın 3 versiyonu vardır biz hep Earl Grey’i biliriz fakat Lady Grey ve Red Earl Grey de vardır. Lady Grey mavi peygamberçiçeği ve Red Earl Grey de bergamotun haricinde rooibos (Güney Afrika’nın bir çeşit kızıl çalısı) bitkiside içerir. Bu arada İngilizler ilk soğuk çayın da mucidi olmuşlardır. 1904 yılında Saint Louis Fuarında Richard Blechynden, çayın içine buz parçaları atarak satışa başlamıştır. Tabii ki İngilizler uzak doğuda gördükleri çay seremonilerini İngiltere’ye ikindi çayı olarak taşımış ve saat 15 ile 17 arasında hafif tatlı tuzlu unlu mamul eşliğinde çay ve sohbeti bir araya getirmişlerdir.
Kore’de en çok tüketilen içecek yine çaydır. Fakat bölgeye has chrysanthemum çayı, mugwort çayı ve permission çayı gibi türler mevcuttur. Kore’de gündüz ve gece çay seremonisi farklıdır.
Vietnam’da ise yasemin çayı ve lotus (bir çeşit orkide) çayı çok meşhur ve farklıdır. Fakat lokomotif çaylar yine siyah ve oolong çaylarıdır.
Dünya’nın en büyük çay üreticisi Hindistan’dır. Oysa çok kendine has bir stili yoktur. Her tür çay üretir ve satar. Eğer çay tutkunu iseniz Munnar’daki çay müzesini mutlaka görmelisiniz.

Fas’a gelince meşhur nane çayı Touareg çayı çok farklıdır. 3 defa sunulur. Birincisi hayat, ikincisi sevgi ve üçüncüsü ise ölümü temsil eder. Üçüncüyü içerken çok keyif alamadım ama içmek lazım… Touareg, şeker, nane ve çay ile hazırlanır.
Tayland çayına gelince; eğer içtiyseniz o farklı gelen aroma aslında baharat aromasıdır. Thai tea yani tay çayı uzak doğu demlemesi ve içine atılan yıldız anason aromasını içerir. Bazen az karanfil veya çubuk tarçında atılır. Ilık içilen bu çay ruhu ferahlatır ve içene huzur verir.
Ruslara gelince votkada olduğu gibi çayda da çok sert çay tüketen bir toplum. Ruslar, Zavarka adını verdikleri çaydanlıklarında üst üste servis ettikleri çayla bize en yakın olan çay servislerinden birisini sunuyorlar. Sanırım Karadeniz’de başlayan çay kültürümüz ve Rusya ya olan komşuluğumuzun etkileri de bu benzerlikte önemli yer alıyor.
Arjantin’de ise yerba mate ismindeki çay ve dallarının yoğun şekilde sıcak suyla fincanda demlenmesi ile hazırlanan güçlü bir çay türü egemen. Gün boyu içilir.

Gelelim ülkemize; bizde çay demek her şey demektir. Kahvaltıda çay, işbaşında çay, adı üzerinde çalışırken çay molası, öğlen yemek üzeri çay, misafire çay, müşteriye çay, ikindi saati çay, akşam yemeği sonrası çay, televizyon karşısı çay, soğuk havada ince belli bardak avuç içinde, ısınmak için çay, sıcak havada iki parmakla tutulan bardakta hararete karşı çay. Çay babam çay.
Çayı ince belli bardakta mı, ajda bardakta mı, yoksa fincanda mı içelim? Demli mi olsun, açık mı yoksa tavşan kanı mı? Kıraathane de çay, tavlada çay hamam sonrası çay, börekle çay, çörekle çay….
Bizlerin mutluluk, moral, güç, ortam paylaşım, dost ve arkadaşı olmuş çay bir içecekten çok daha fazlası olmuş..

Dünya gelişiyor, sınırlar kalkıyor; internet çağında bilgiye ulaşmak çok daha kolaylaşıyor. Beş yıl önceye göre daha çok kişi seyahat ediyor. Örneğin siz bu satırları okurken her saniye bir uçak havalandı. Uçaktaki yolcuların yarıya yakını iş, geri kalanı turistik seyahat için yola düştü. Turistik seyahat edenlerin üçte biri eğlence amacıyla yollara düşüyor. Geri kalanı ise midesine, yediğine-içtiğine düşkün insanlar; dünya onlara “gastro-turist” diyor. Gittikleri yerde ortalama olarak 3-4 gün kalacaklar, bölgeyi keşfe mutfağından başlayacaklar, en iyi restoranlarda en lezzetli yemekleri deneyimleyecek, pazarlarda görüp daha önce tatmadıkları sebze meyveyi satın alacaklar. Evet, ülkelerine dönerken de 1750 Euro harcamış olacaklar. Bu paranın büyük kısmı ise ne konaklamaya, ne alışverişe harcanacak. Bütçelerinin üçte ikisini yemeye-içmeye, kısacası gastro-turizme harcayacaklar. Yediklerinin-içtiklerinin fotoğrafını sosyal medyada paylaşacak, “Seyahat nasıldı?” sorusuna gittiği restoranları anlatarak cevap verecekler. Kısacası gastronomi tüm dünyada son yıllarda yıldızı en hızlı yükselen sektör…
Türkiye’de de gastronomiye olan ilgi hızla artıyor. Sektör bu yüksek ilgi nedeniyle her gün bir adım ileriye gidiyor. Artık restoran açmak, aşçılık yapmak prestiji yüksek bir iş haline geldi. Pek çok ünlü ailenin çocuğu, pek çok bankacı, hatta dizi ve sinema oyuncuları; ya yeme içme kurslarına gidiyor ya da üniversitede aşçılık eğitimi alıyor. Sonra da işletmeci ya da şef olarak mutfakta görev yapıyor. Bu eğitimli şeflerin ellerinden lezzeti ve görüntüsü muhteşem tabaklar hazırlanıyor.

Türkiye genelinde her insan gelirinin üçte birini beslenme için ayırıyor. Bu miktarın beşte biri ise restoranlarda harcanıyor. Türkiye’de geçtiğimiz yıl yeme-içme sektörünün büyüklüğü her türlü krize rağmen 25 milyar doları buldu. Bu rakam 10 yıl önce 5 milyar dolar civarındaydı.
Ülkemizdeki yeme-içme sektörü artık batı ülkelerini yakaladı. Artık daha çok batı tarzı “fine dining” restoranlara sahibiz. Daha çok insan mutfağı ve lezzetleri derinlemesine tanıyor, gastronomi kitapları daha çok satıyor.
Restoran keşfetmek isteyenler yollara düşüyor, ilginç denemelerde bulunuyor. Yeni restoran keşfetmek isteyenlerinçok fazla şansı yok. Bunun için ya damak tadına güvendiği -eş dost akraba gibi- ilk halkadan öneri alınıyor ya da gazetelerde dergilerde objektifliği sorgulanabilecek yazarların önerileri değerlendiriliyor.
Kısacası bu konuda ülkemizde herkesin güveneceği bir kaynak yok.
Dünyada ise durum çok farklı. Hemen her ülkenin güvenilir objektif kurumları var. Dahası, bu kurumlar sadece iyi, güzel ve kaliteli yemek arayanlara hizmet vermiyor. Michelin, Zagat, Feinschmecker gibi kuruluşlar hem restoranların çıtayı hep yukarıda tutması için çıpa oluyor hem de ülke mutfağının gelişmesine yardımcı oluyor. Bu kurumların yıldız verdiği, önerdiği restoranlar bir yıl boyunca kapalı gişe oluyor. Günler öncesinden arayıp, rezervasyon yaptırdıktan sonra yer bulmak neredeyse imkânsız hale geliyor. Örneğin; son yıllarda çok sayıda kurum, dünyanın en iyi restoranları listesi açıklıyor. Güvenilir kurumların hazırladıkları bu listelerin neredeyse tamamı Michelin, Feinschmecker gibi kuruluşların en yüksek puanlarını alanrestoranlar arasından seçiliyor. Bu hem bu kurumların objektifliğini hem de ne kadar doğru bir iş yaptıklarının da göstergesi.

Yıllardır gastronomi sektörü hep aynı soruyu soruyor. Tıpkı 90’lı yıllarda futbolumuzun daha tam gelişmediği dönemde ülkemize gelen yabancılara sorulan; “Sizce hangi Türk futbolcu Avrupa kulüplerinde oynayabilir? Sergen mi; Tanju mu?” sorusu gibi… Şimdilerde; “Acaba hangi Türk restoranı Michelin yıldızı alır?” diye konuşuluyor.
Belki Michelin yıldızlı bir restoranımız yok ama batılı anlamda objektif bir gastronomik derecelendirme kuruluşuna kavuşmak üzereyiz. Kurumun adı “YEDY”. İstanbul’da gastronomi gönüllüsü, sektörün önde gelen isimlerinin kurduğu YEDY, Türkiye’nin Michelin’i olarak hizmet verecek.
Tamamı titizlikle seçilmiş YEDY müfettişleri üç yıldır gizli gizli restoranları ziyaret ediyor; yıldız verilecek yerleri tek tek işaretliyor. Bugüne kadar yaklaşık 7500 restoran ziyaret edildi. Bu restoranlar arasında övgüye değer bulunanlar çok yakında büyük bir lansmanla açıklanacak.
MÜFETTİŞ KRİTERLERİ
Organizasyon içinde yer alan 77 gizli müfettiş aşağıdaki kriterlere sahip olacak ve bu çerçevede çalışmalarını sürdürecek:
- Objektif olma: Müfettiş, her durumda, herkese karşı eşit uzaklıkta olabilmeli, objektiflik ve tarafsızlığını koruyabilmelidir.
- Analitik düşünme: Müfettiş, çalışmaları sırasında konunun tüm ayrıntılarını hem kendi içinde hem de bütünle bağlantılı olarak incelemeli, parçaların birbirine etkilerini görebilmelidir.
- Yeniliklere açık olma: Müfettiş gastronomi alanında yenilikleri ve gelişmeleri devamlı takip etmelidir. Müfettişler yiyecek ve içecek dünyasının yeniliklerine açık olmalı, hızlı öğrenmeli ve bu yenilikleri uygulamaya koyabilmelidir.
- Öğrenmeye açık olma: Müfettiş mutfak anlamında bilgisini yenileyebilmesi, bilmedikleri konusunda öğrenmeye açık olmalı, değerlendirmelerinde hakkaniyet ölçülerini korumalı kendi ve arkadaşlarının prestijini sarsacak kararlardan uzak durmalıdır.
- Gizlilik: Aday müfettişler görevleri devam ettikleri sürece hiçbir surette kimliklerini açıklayamazlar.
İsimleri deşifre olan müfettişlerin görevleri sona erdirilir.

Peki, YEDY sistemi nasıl çalışacak?
YEDY’nin kimliklerini gizli tutmayı kabul etmiş, gastronomi konusunda derin bilgisi, merakı ve tecrübesi olan, 100’den fazla gizli müfettişi var. Müfettişlerde aranan en önemli özelliklerden biri; YEDY üyesi olduğunu gizli tutması. YEDY, organizasyonun doğru yürümesi ve objektifliğini sürdürebilmesi adına kimliği ortaya çıkmış müfettişleri görevden alacağını duyurdu.
İşte bu gizlilik içinde müfettişler bir müşteri gibi restorana giriyor, menüyü inceliyor; masa örtülerinden kaşık çatala, ambiyanstan müziğe kadar restoranı tepeden tırnağa mercek altına alıyor. Yemeğin ardından YEDY kriterlerine göre restorana puan veriyor.
YEDY, başarılı restoranları 4 kategoride değerlendiriyor.
En başarılı restoranlar aldıkları puana göre 1, 2 ve 3 yıldız ile değerlendirilecek. Yıldız almaya hak kazanmasa da başarılı bulunan ve tavsiye edilen işletmeler ise “Lezzet Noktası” ilan edilecek.
Ayrıca 3 yıllık çalışmanın çok önemli ayrıntılardan biri de şu: Seçilen restoranların listesi rehber haline getirilip kamuoyunun beğenisine sunulacak. Rehberde bölgesel ve yerel anlamda yiyecek ve içecek noktaları, yemek yemeye değer restoranlar-lokantalar hakkında bilgiler bulunacak. YEDY, rehber içinde yer alan işletmelerden kesinlikle reklam ya da başka bir adla herhangi bir bedel alınmayacağını da duyurdu.
İşletmelerin YEDY tarafından başarılı bulunup yıldız aldıktan sonra işleri bitmiyor! Zira sistem içinde her yıl YEDY yıldızlarının sayısını artırmak da kaybetmek de mümkün olacak. İşletme bu ünvanı sadece bir yıl kullanabilecek. Her yılın sonunda hazırlanacak rehberde yeni değerlendirmeler kamuoyu ile paylaşılacak.

LEZZET NOKTASI
Yedy Yıldızı alamayan ancak tadılması gerekenlezzetleri barındıran noktalar.
1 YILDIZ: İşletmenin olduğu il ya da ilçedeyseniz tercih edilmesi önerilen mekânlar.
2 YILDIZ: İşletmenin bulunduğu il ya da ilçenin yakınlarında iseniz yol değiştirmenize değecek mekânlar.
3 YILDIZ: Sadece bahsi geçen işletmede yemek deneyimi yaşamak için o şehre gidilebilir!
_Mutfak Magazin | Sayı 03 | Temmuz Ağustos 2016