Sağlıklı yağlar bakımından zengin içeriğin bu kadar önemli olmasının sebebi, bu besin öğelerinin insan yaşamındaki etkisini anlamak üzerine yapılan bilimsel araştırmalar.
Osmanlı döneminde Kanuni Sultan Süleyman’a kadar balık yerine konulmayan, saray mutfağı tariflerinde ismi görülmeyen, parlak gümüş rengiyle parıldayan, ufak olsa da lezzetine doyum olmayan, Karadenizimizin kıymetlisi ve kışa yavaş yavaş geçiş yaparken balık tezgahlarında bu sezon bol bol görmeyi sabırsızlıkla beklediğimiz hamsinin vakti geliyor.
Türkiye’nin kıyılarının balıkçılık açısından bir potansiyele sahip olduğu bilinen bir gerçek. Üç tarafı çevrili ülkemizdeki en avlanan türleri arasında hamsi, orijinal bilimsel ismiyle Engraulis encrasicolus L.1758; özellikle Türkiye’nin Karadeniz bölgesindeki en yaygın balık türü. Ülkemizin resmi istatistiklerine göre, balıkçılıktan elde edilen toplam deniz balığı sayısı 345.765 ton ve bunun 193.492 tonu hamsi üretiminden kaynaklanmakta.
Hamsiyi denizden yeni çıkmış tazecik tüketmeye alışkınız daha çok ama taze tüketilmesinin yanı sıra artık soğutma, dondurma, kurutma, marine etme ve tuzlama teknikleriyle işlendikten sonra tüketime hazır halde sunulmasıyla da yaşamımıza girmeye başladı. Böylece mevsimlerle sınırlı olan hamsi tüketimi biraz daha geniş zamana yayıldı. Damak tadına hitap eden, geleneksel lezzetlerin kaybolmadığı, güvenli, daima kaliteli ve sağlıklı olduğu sürece yemeye hazır pişmiş yemek olarak kullanılması için de çok uygundur, hamsi.
Hamsi, içerdiği ham yağ ve ham protein bileşimi nedeniyle çok önemli bir besindir. Çoklu doymamış yağ asitleri, omega-3, omega-6 ve fosfolipidler bakımından zengindir, ham protein ve vitamin içeriği bakımından dengeli bir besin kaynağıdır. Hamsi içindeki toplam yağ asitlerinin %30’unun DHA ve EPA olduğu belirtilir. Bu oranlar özellikle Ekim ayından sonra hava sıcaklıklarının düşmesiyle birlikte daha da artış gösterir.
Sağlıklı yağlar bakımından zengin içeriğin bu kadar önemli olmasının sebebi, bu besin öğelerinin insan yaşamındaki etkisini anlamak üzerine yapılan bilimsel araştırmalar. DHA ve EPA’nın da kardiyovasküler hastalıklar, erken doğum, bazı cilt hastalıkları, bazı kanser türleri, kanser gibi, alzheimer gibi beyin fonksiyonlarını engelleyen bazı hastalıklar üzerindeki olumlu etkileri pek çok çalışmada kanıtlanmıştır. Bu nedenle yeni nesil bütüncül sağlık yaklaşımında, hamsi fonksiyonel besin kaynağı olarak kabul edilebilir. Yani, sadece insan vücudunun temel besin öğelerine olan ihtiyacını karşılamanın ötesinde, insan fizyolojisi ve metabolik fonksiyonları üzerinde ilave faydalar sağlayan, böylelikle de hastalıklardan korunmada ve daha sağlıklı bir yaşama ulaşmada etkinlik gösteren bir role sahiptir.
Bu bakımdan her zaman coğrafyamızın geleneksel lezzetlerinin doğru pişirme yöntemleriyle birleştirildiğinde insan sağlığına hizmet ettiğini savunuyorum. Hamsi yemekleri de lezzetlerine ek olarak farklı lezzetleri ve insan sağlığı üzerindeki olumlu etkileri ile bölgesel ve kültürel zenginliklerin bir parçası.
Hem yüksek besin değeri hem de kolay hazırlanabilmesiyle favori hamsi yemeklerinden biri Hamsi Kaygana. Karadeniz coğrafyasının sunduğu cömertlikler birleştirildiğinde ortaya çıkan Hamsi Kaygana’yı beslenmenize lezzet ve sağlık katmak için kullanabilirsiniz.
HAMSİ KAYGANA
Malzemeler:
100 gr. hamsi (kılçığı alınmış)
4 yaprak pazı
1-2 yaprak karalahana
1 adet pırasa
7-8 dal maydanoz
3-4 dal ısırgan otu
3 adet yumurta
3 yemek kaşığı siyez unu
4 yemek kaşığı mısır unu
1 çay bardağı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı tereyağ
Tuz
Karabiber
Pul biber
Yapılışı:
Karalahana yapraklarını sıcak suda 1-2 dakika bekleterek acı suyundan kurtulun.
Pırasayı ince ince doğradıktan sonra tuz ile beraber ovalayarak yumuşatın.
Isırgan otu, pazı ve maydanozu doğrayın. Isırgan otunu doğrarken eldiven kullanmak, ince iğnelerinden korunmanızı sağlayacaktır.
Doğradığınız malzemeleri derin bir kaba alarak, içine yumurta, siyez unu, mısır unu ve baharatları ekleyin ve karıştırın. Zeytinyağının yarısını malzemelerin içine ekleyin.
Hamsileri ilave edin ve karıştırın.
Isıttığınız tavaya tereyağını ve zeytinyağını ekleyin. Yağ ısınınca hazırladığınız malzemeyi tavaya yayın.
Kaygananın tabanı tamamen piştiğinde bir tabak yardımıyla ters yüz ederek, diğer yüzünü de pişirin.
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.