Malum son dönemde çok
konuşuldu, oldukça popüler günler geçirdi… Hatta bir dönem dünya trendi oldu
bile diyebiliriz ona…
Hatta artık adını
duymaktan sıkılır bile olduk, derinliği olmayan mutfak sohbetlerinin baş tacı
oldu… 12.000 Yıl öncesine dayanan ilk medeniyet yerleşimi olduğu düşünülen,
düşünülmenin de ötesinde tüm bulguların buna işaret ettiği muazzam tapınak:
Göbeklitepe…
Peki arkeoloji tarihinin
hiç kuşkusuz en önemli buluntularından olan Göbeklitepe’nin bizim için anlamı
ne? Yani Anadolu medeniyetleri açısından değerlendirdiğimizde sadece bilinen en
eski ve ilk yerleşim Urfa dolaylarında gerçekleşmiştir diyebilmemiz mi? Yoksa
çok köklü bir medeniyetin mirasçıları olduğumuz mu?
Ben buna farklı bir
açıdan yaklaşmaya çalışacağım; geçtiğimiz günlerde BBC yapımı bir belgesel bana
tüm bunları başka bir yönden düşündürttü. Aslında belki bildiğimiz ama parçalarını
belki de tam birleştiremediğimiz ve belki de unuttuğumuz bir konu diyebilirim
buna…
Moğolistan’da Tanrı
dağlarının gölgesinde, kıl çadırda yaşayan Kazak kökenli bir aile… Kartal
yetiştiriciliği yapıyorlar, bu kartallara Kazakça’da ve Moğolca’da ortak
verilen isim Bürkut. Bürkutla dağ tavşanı, dağ koyunu ve keçisi, tilki avı
yapıyorlar. Büyük Türk coğrafyası açısından oldukça köklü ve büyük bir gelenek
diyebiliriz. Bu konuda belgesel çeken ekip, bu ailenin çadırına konuk oluyor. Gelelim
bunun Büyük Anadolu sofrasını ilgilendiren kısmına. Ailenin annesi, misafirlerine
odun sobası üzerinde koyunun özellikle baş ve
boyun kısmından oluşan bir yahni yapıyor. Uzun ve sakin pişirim tekniği ile
odun ateşinde 2 saat kadar kazanda pişen yahniyi ailenin reisi kendi elleri ile
servis ediyor, paylaştırıyor.
Bu misafir ağırlama
şeklinde anne yemeği yapan, baba adaletli bir şekilde sofraya dağıtan rolüyle
karşımızda. Çok tanıdık, çok bildik ve çok Anadolu. Ama bunun ötesinde misafirleri
için pişirdikleri yemeğe gelirsek; adı beşparmak… Kazakçada, Özbekçede, Türkmencede
ve Türkçemizde adı beşparmak bu yemeğin. Ve tartışmasız ki, ortak sofra
kültürümüzün eseri olan bu beşparmak adını elle yenen bir yemek olmasından
alıyor.
Atıfta bulunduğu
etimolojik iki konu var; birincisi yemeğin elle (beş parmağı kaşık yapmakla) yenmesine,
ikincisi yemeğin lezzetine; hani çok güzel yemekler için “parmaklarınızı bile
yersiniz” deriz ya işte o deyişe atıfta bulunmakta. Moğolistan’dan çıkıp, binlerce
kilometre ötedeki Anadolu’ya geldiğinizde aynı pişirme yöntemiyle yapılan
şölenlerde, düğünlerde misafire ikram edilen kuyu kebabımız, Diyarbakır
tavamız, sini kebaplarımızın da çoğu yerde bilinen adları beşparmak kebabıdır.
Bunu hafızalarımızda yer
etmiş güzel bir örnekle tamamlamak istiyorum; bu vesile ile büyük ustalar Nesli
Çölgeçen, Yavuz Turgul ve Şener Şen’e büyük bir selam da çakmış olayım. Züğürt
Ağa filminden bir kare, Haraptar köyü ağasının her güreşinden sonra kurdurduğu
yer sofrasında köylülerine ve misafirlerine ikram ettiği et yemeği; işte size
beş parmak.
Bu toprakların
arkeolojik buluntuları, Göbeklitepe, Aslantepe, Çatalhöyük ve daha niceleri…
Aslında hepsi diyor ki; Anadolu ve Mezopotamya coğrafi olarak medeniyetlerin
beşiği olmuş, dolayısıyla her kültüre ev sahipliği yapmış coğrafyalardır. Ve
elbette ki Anadolu sofrası dünyanın en köklü ve en zengin sofrasıdır.
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.