Bilgiye, kültüre saygı duyan kimlikli bir toplumun gerekliliğine inanan her birey, kurum ya da kuruluş; sağlıklı ve onurlu bir gelecek için Anadolu’nun bereketli topraklarında onlarca farklı kültürün oluşturduğu mutfakların derinliğine saygı ile yaklaşmalıdır.
Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türkler bereketli topraklara, geldikleri
coğrafyadaki farklı kültürlerden aldıkları malzemeleri de zenginleştirerek
taşımışlardır. Orta Anadolu’da gelişen Selçuklu mutfak kültürü, Ege ve Rumeli’de
gelişen ve büyük bir coğrafyadan etkilenen Osmanlı mutfak kültürü…
Üç ayrı denizle çevrilmiş olması, yanında akarsu ve nehirler ile sulanabilir
arazilerin çok olması, farklı hayvan ırklarının varlığı şüphesiz ki çok önemli
kaynaklar… Anadolu’da, dört mevsimi bir arada yaşamanın getirdiği coğrafya üstünlüğü,
sofralarda her mevsim taze sebzeler, yenilebilir otlar ve değişik meyvelere
sahip olma ayrıcalığı bu kaynaklara eklenebilecek değerler. Özetle mutfak adına
olması gereken her şey fazlası ile bu coğrafyada var olmuş.
Bu tespitler ile Türk mutfağı, dünya mutfak gastronomisinde hak ettiği
yerde midir? Daha doğrusu ‘Türk mutfağı’ nedir? Türk mutfağının dünyanın en iyi
üç mutfağından biri olduğu iddiasının kaynağı nedir? Türk mutfağı denildiği
zaman ne anlamak lazım? Bu soruların cevapları sizde var mı?
Fatih Altaylı’nın 09 Kasım 2014 Pazar günü yayınlanan Haber Türk
gazetesindeki yazısından bazı alıntılar yapmak istiyorum,
“Türk mutfağı nedir? Böyle bir mutfak var mı? Bana göre Türk mutfağı yoktur. Türk tarihine bakarsan, göçebe bir kültürdür ilk Türkler.”
“Türk mutfağı dediğin, yerleşik dönemle beraber başlar; ama hangi Türk mutfağı? Geniş bir coğrafyadan söz ediyoruz. Hindistan’daki Türk imparatorluklarının mutfağı başkadır, Arap ülkelerindeki Türk imparatorluklarının mutfağı başkadır, Anadolu’daki Türk imparatorluklarının başkadır. Hepsi kurulduğu yöreden etkilenmiş ve oradaki yerel mutfaklardan oluşmuştur.”
T.C. Kültür Ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü’nün
sitesinde; “Türk mutfağı denildiğinde;
Türkiye’de yaşayan insanların beslenmesini sağlayan yiyecekler – içecekler,
bunların hazırlanması, pişirilmesi, korunması; bu işlemler için gerekli
araç-gereç ve teknikler ile yemek yeme adabı ve mutfak çevresinde gelişen tüm
uygulamalar ve inanışlar anlaşılmalıdır.” şeklinde tanımlanıyor Türk
mutfağı.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım, ayrıca benzeri yüzlerce farklı tanımları
çoğaltabilmek mümkün… Herkese, her gruba göre, hatta gariptir devletin Kültür
ve Turizm Bakanlığına göre de farklı bir Türk mutfağı tanımı var. Ülkemizde
hala bütün çevrelerin ve uluslararası mutfak çevrelerinin kabul ettiği bir Türk
mutfağı tanımı, benim bildiğim yok… Açıkçası, bu soru sorulmalı ve cevabı
artık bulunmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti coğrafik sınırları içerisinde yüzlerce,
binlerce çeşit olarak ifade edilen geleneksel mutfaklarımızın var olanlarının
tescilinin alınması; yok olanların araştırılarak tekrar mutfağımıza
kazandırılması, modern sunum yöntemleri ile geliştirilmesi ve gelişmiş
pişirilme tekniklerine uygun hale getirilmesi çok ama çok geç kalmış acı bir
gerçektir.
Geleneksel mutfakların araştırılması ve incelenmesi çok önemlidir.
Yerel yoksa genel olamaz; o halde önce Türk mutfağının var olmasını
sağlayan kaynak ve ürünlerde fikir birliği içinde olmak lazımdır. Bunun için de
geleneksel mutfakların araştırılması ve incelenmesi çok önemlidir.
Bugünkü hali ile Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde varlığını
sürdüren mutfak kültürü; kendi içinde ve dışında kesilmeden süren kültürel
erozyonlar ve toplumsal-ekonomik yapısında geçirdiği sarsıntılar nedeni ile
ister istemez zedelenmiştir.
Anadolu halk mutfakları; Anadolu coğrafyasındaki, bilinen 14 bin yıllık
tüm kültürlerden beslenmiş ve etkilenmiş mutfakların öyküsünü anlatır. Çünkü
kadim “Anadolu”; üzerinde yeşerttiği mutfakların geleneksel malzeme seçimleri, pişirme
teknikleri, alışkanlıkları, örf, adet ve gelenekleri ile büyük bir zenginliğin derin
sırlar barındıran kısa adıdır.
Halk mutfaklarının gerçek belleği, geleneksel halk mutfakları
araştırmacıları ve yaptıkları araştırmalardır. Çünkü halk mutfakları, halk
bilimi konusudur. Halk bilimleri, doğumdan ölüme insanların yaşantısında yer
alan maddi ve manevi bütün kültür öğelerini inceler ve kayıt altına alır. Halk
bilimlerinin önemli bir öğesi olan yiyecek ve içecek kültürü, ülkelerin,
bölgelerin, toplulukların sofraya konan yüzüdür.
Halk mutfakları ile ilgili arşiv planlama, uygulama ve izlemeler
gerçekleştiren, geçmişten geleceğe Anadolu mutfaklarını bütün yanları ile ele
almaya çalışan geleneksel halk mutfağı araştırmacıları, büyük bir özveri ve
emekle yıllarca süren çalışmalarının süreklilik arz eden bir çalışma olması
yolunda azami çaba göstermişlerdir.
Bu ve benzeri çalışmaların gelişerek sürdürülmesi ve elde edilen
bilgilerin ciddi çalışmalar yapan araştırmacıların ortak görüşü ile doğru bir
biçimde geleceğe aktarılması; günümüz Türkiye coğrafyası mutfağının doğru
tanımlanması, doğru algılanması ve gelecekte hak ettiği yere gelmesi açısından
çok ama çok gereklidir. Bu çalışmaların önemi, tüm taraflarca yeterince
anlaşılmalı ve bu konuda herkes üzerine düşeni yapmalıdır.
Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaptığım sohbetler, araştırmalar ve diğer
değerli araştırmacıların bugüne kadarki tespitlerinden yola çıkarak, Türkiye
Cumhuriyeti ulusal sınırları içerisinde halen var olan mutfakların temelleri
hakkında bazı düşüncelerimi paylaşmak isterim.
A) Mutfak ve halk mutfak kültürlerini besleyen ve alt yapısını
oluşturan; geleneksel kültür, tarih ve tarımsal alanlar, su kaynakları, orman varlıkları
gibi doğa kaynakları korunmalı ve geliştirilmelidir. Bu bilinçlendirme ve
sağlıklı mutfak ile ilişkilendirme, okul öncesi eğitimi ile başlamalıdır.
B) Mutfak ve mutfak kültürleri kapsamında, yerel yönetimlerde, karar
alma sürecine mutfak ve mutfak kültürüne dair faaliyet gösteren temsilcilerin
katılımı sağlanmalıdır.
C) Coğrafik işaretleme, standartlaştırma, kriter belirleme, tescil
çalışmaları çerçevesinde; bu konuda otorite isimlerden oluşturulan komisyonlar
marifeti ile her bölge için ayrı ayrı olmak üzere, doğru ve yanlış
uygulamaların tespiti, yerel ve ulusal basın araçları ayrıca diğer yöntemlerle
teşhiri yapılmalı; doğru işletmelerin özel belge ile belgelendirilmesini
sağlamak adına Kültür ve Turizm Bakanlığı, mülki idare, yerel yönetim
organları, üniversite ve sivil toplum kuruluşları birlikteliğinde çalışmalar
güçlendirilmelidir.
D) ‘Bilgi Çağı’na uygun, doğru alt yapı oluşumunu sağlamanın, halkın
kendi değerlerini anlaması açısından ‘bilgi okur-yazarlığı’nı artırmanın,
mutfak kültürlerine yönelik ‘içerik’ üretimini teşvik etmenin önemi
anlaşılmalıdır. Bu vesile ile bilgi kirliliği engellenmelidir.
E) Geleneksel halk mutfakları,
ürünleri üreten, satan ve bu anlamda hizmet sunan kurum ve kuruluşlar, üretimlerinde
ya da hizmetlerinde dünya standartlarını esas almalıdır. Doğayı ve doğal yaşamı
tehdit edici hiçbir girişimde bulunmamalıdır; sosyal sorumluluk bilinciyle
hareket etmelidir.
Bilgiye, kültüre saygı duyan kimlikli bir toplumun gerekliliğine inanan her birey, kurum ya da kuruluş; sağlıklı ve onurlu bir gelecek için Anadolu’nun bereketli topraklarında onlarca farklı kültürün oluşturduğu mutfakların derinliğine saygı ile yaklaşmalıdır.
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.