MÜKEMMEL KAHVEYE GİDEN YOLUN İLK VİRAJI: SU KALİTESİ
Amerikan uzay araştırma enstitüsü, NASA, Mars’ta su bulunduğunu resmen açıkladığında ne düşündünüz? Aklınıza başka gezegenleri kolonileştiren, teknolojide ilerlerken insanlıktan vazgeçmiş uygarlıklar, dünya dışı gayrimenkul ve arsa savaşları mı geldi? Suyun hayatın kendisi olduğu önermesini kabul edip, “su varsa, hayat da vardır” diye fikir yürütüp, olası bir Marslı istilası için mi endişelendiniz?
“Deli” damgası yemeyi göze alarak size aklıma gelen ilk şeyi söyleyeyim: Mars’ta bulunan su ile iyi kahve yapılabilir mi?
Deli değilim, yazının
devamını okumak zahmetine katlanırsanız, açıklayabilirim:
Kahve dediğimiz hoş
kokulu, güzel tatlı, siyah içeceğin demlenme şekline göre %92 ila %99 arası
bileşeni, yani neredeyse tamamına yakını sudan ibarettir. Fakat buna rağmen,
müşkülpesent kafeinmanlar olarak biz, gittiğimiz kahveci dükkânlarında
kullanılan çekirdeğin yetiştiği bölgeyi, toplandığı yüksekliği, işlenme
şeklini, kavurma derecesini merak eder de kullanılan suyu aklımızın ucundan
dahi geçirmeyiz. Oysa referans dışındaki iletkenlik, ph, toplam sertlik,
karbonat sertliği, klorür gibi değerler sizin Malawi’nin Nkhata Bay
dağlıklarında, 2000 metre yükseklikte elle toplanmış, özenle işlenmiş ve kavrulmuş
kahvenizi -hele ki şu günlerde her köşe başında açılan üçüncü dalga kahvecilerden
birinde içiyorsanız- oldukça pahalı bir bulaşık suyuna çevirebilir.
Tek arzusu adamakıllı
kahve içmek olan masum bir kafeinmanın bu amaç uğruna, elinde su analiz
cihazları, test kitleri ile gezmesi toplum içinde pek hoş karşılanmayıp, sonu karakolda
bitebilecek birçok yanlış anlaşılmaya sebebiyet vereceğinden, konunun asıl
muhatabı işletmelerin dikkatini çekmek istiyorum.
Girdiğim birçok
işletmede damacana kullanımı dikkatimi çekiyor. Plastik damacanaların, taşıma
sırasında güneş ışığına maruz kalması nedeni ile plastiğin içinde bulunan,
insan sağlığına zararlı bazı kimyasalların suya salınımına sebep olduğunu bir
yana bırakalım ve durumu kahvenin akıbeti açısından değerlendirelim.
Bazı damacana sular
içmek için uygun olabilir ancak kahvenin tadını ortaya çıkarmak için gereken
değerlere sahip değiller. Bu sonuca varmak için daha önce bahsi geçen tuhaf
analiz cihazları ile sıfırcı bir fen öğretmeni edasıyla bizzat ölçüm yaparak
gözlemlediğimi söylemeliyim. Damacana su ile mükemmel kahve yapmak mümkün
olmamakla birlikte bu oldukça maliyetli ve eziyetli bir yöntemdir ve işin
profesyoneli açısından; daha çok iş, daha kötü sonuç anlamına gelir. Ayrıca
kullanılan espresso makinesi için de uzun vadede sorunlara yol açabileceğini ve
işletmenizi iyi bir ekipman ile donattıysanız söz konusu bu espresso
makinesinin, halihazırda evinizin önüne park etmiş olduğunuz arabanızdan bile
daha pahalı olduğunu göz önünde bulundurduğunuzda, hiç de mantıklı bir
alternatif olmadığını kolaylıkla görebilirsiniz.
Gözlemlediğim bir
diğer hatalı yöntem ise ‘reverse osmos system’ diye tabir edilen su arıtma
sistemlerinin tesisata entegre edilmesidir ki bu yöntem ile elde edilen su,
damacana kullanımından daha da kötü sonuçlar verir.
Sebebi ise bu arıtma
yönteminin, aslında demlemede ihtiyacımız olan bir miktar kalsiyum, magnezyum
gibi mineralleri neredeyse tamamen ayırmasından kaynaklanmaktadır. Suyu saf
suya yakın değerlere taşıyan bu sistemlerle tertemiz su elde edebilirsiniz; bu
su ile belki yemek pişirebilir, cildinizi temizleyebilirsiniz lakin mükemmel
demlemeyi asla yakalayamazsınız.
Yani gerçek bir kahve
sevdalısının yolu, az biraz simyacılıktan geçer.
Pekâlâ “Doğru değerler
nelerdir ve bu değerlere nasıl ulaşırız,” dediğinizi duyar gibiyim. Hemen
anlatayım. Bazı büyük kuruluşlar yeme içme sektörünün her kolunda aynı
değerlere sahip suyun hizmet edemediğini fark etmiş ve farklı kollarda yaptığı ARGE
çalışmaları ile içme suyu, buz makineleri, postmix & catering, kahve, çay,
buharlı pişiriciler gibi farklı alanlara ayrı arıtma çözümleri üretmişler. Yani
biz müşkülpesent kafeinmanlar bu zorlu süreçte yalnız değiliz.
İşte bu, ürüne özel
filtrelerle arıtılmış suyu mükemmel kahve çekirdekleriyle buluşturmak, en iyi
kahve hedefiyle yola çıkmış işletmelerin olmazsa olmazlarının en başında yer
almaktadır.
Konunun önemini
dikkatinden kaçırmış işletmecilere farkındalık sağlarken, benim gibi paranoyak
son tüketicilere de geçmiş olsun diyorum. Alın size mükemmel kahve arayışında
dikkat etmeniz gereken bir parametre daha…
Su gibi aziz olun, bir
sonraki sayıda görüşmek üzere…
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.