Kahve ile aranız nasıl? Sabah kahvesini içmeden yüzü gülmeyen, güne başlayamayanlardan mısınız? Kırk yılda bir eşin dostun hatırına fincanı eline alanlardan mı? Aslına bakarsanız dünyada kahve ile ilk tanışan toplumlardan biri olmamıza rağmen hayatımızdaki yeri, yemek sonrası hazmettirici olmaktan öteye geçememiştir.
Şimdilerde ise Batı kültürünün yoğun etkileri ve alışık olduğumuzun dışında demleme ve hazırlama yöntemlerinin ortaya çıkması ile yavaş yavaş hak ettiği yeri kazanmaya başladı.
Daha düne kadar bir kafeye gittiğimizde kahve tercihimiz ile ilgili terminolojiyi sade, az şekerli, orta veya bol şekerli olmak üzere hepi topu 4 kelime belirlerken artık durum oldukça farklı;
Espresso bazlı mı yoksa Filtre kahve mi, filtre kahvemizi acaba v60 ile mi istesek yoksa syphon ile mi , peki ya hangi bölge çekirdeği gibi sayfalar dolusu seçenek arasında geziniyoruz. Kahve kendisine ait bir jargon ve alt kültür oluşturdu. Bu konu ile ilgili sayfalar dolusu yazmak mümkün.
Hal böyle olunca bu keyifli alışkanlığımız kafelerden dışarı çıkarak evlerimize ofislerimize kadar girdi ve hayatımızın önemli bir parçası haline geldi.
Peki kahveyi satın alırken ve saklarken nelere dikkat etmeliyiz. Özen göstermemiz gereken püf noktalar neler? Bu yazımda biraz bunlara değineceğim.
Kahve; içerisinde onlarca uçucu yağ asidi barındıran bir tohum. Bu tohumu kavurmak suretiyle aromatik, içilebilir bir ürün yaptığımızda çok hızlı bayatladığını bilmemiz gerekiyor öncelikle. Ne kadar hızlı diye aklınızdan geçirdiğinizi biliyorum. Marketlerden ya da kahve zincirlerinden aldığınız kahvelerin ambalajları üzerinde bir son tüketim tarihi bulunur. Gıda maddelerinin tamamında yasal olarak bir son tüketim tarihi bulunmalıdır, bulunacaktır ve kahve paketinizin üzerinde okuduğunuz tarih, devletin yasaları gereği izin verdiği süreçtir, onu bir kalem geçelim.
Eğer ambalaj üzerinde üretim tarihi veya kavurma tarihi yazılıysa, ki ideali budur, o tarihe odaklanalım ve kendi son tüketim tarihimizi kendimiz belirleyelim.
Eğer gerçekten aromatik, lezzetli, keyifli bir kahve içmek istiyorsak son kullanma tarihimiz çekirdek kahve için üretim tarihinden itibaren 6 ila 8 hafta arasıdır.
Paketi açtığımız an itibariyle bu süre 1 haftaya, öğüttüğümüz andan itibaren ise 15 dakikaya düşecektir.
Kahve öğütüldükten sonraki ilk 15 dakikada aromanın %50 sini kaybeder. Evet yanlış okumadınız aromanın yarısı uçar gider. Yani kahve çekirdeği uçucu yağlar içerir derken şaka yapmıyordum.
Tam da bu sebepten dolayıdır ki satın aldığımız paket kahveleri öğüttürüp saklamak yerine en basitinden bir el değirmeni edinmeli veya kahveyi evde kendimiz öğütecek bir teçhizat sahibi olmalıyız. Eğer bütçemiz müsait ise elektrikli bir değirmen ile öğütme sürecini yorulmadan ve daha hızlı geçirebiliriz.
(Şu an herkesin aklında mutfak dolabındaki bilmem kaç gün önce alınmış, öğütülmüş Türk kahvesi olduğunu biliyorum, evet aynen öyle, hepsi de bayat) kahveyi buzdolabında veya hava geçirmeyen pahalı saklama kaplarında bulundurmanız da bu acı gerçeği değiştirmiyor.
Yine birçoğunuzu üzecek bir haberim daha var; kahve buzdolabında saklanmaz…
Bir kere kahvenin koku eşiği çok düşüktür ve bulunduğu ortamdaki tüm kokuları üzerine çeker:
Bu nedenle “roastery” adını verdiğimiz kavurmahanelerde çalışanların parfüm kullanması veya kokulu temizlik maddeleri ile temizlik yapılması yasaktır. Kahvenin koku absorbe etme özelliği o kadar yüksektir ki öğütülmüş bayat kahveyi kedi kumu kokusunu alsın diye kullanmaya başladım.
Ayrıca kahve nemi hiç sevmez, aromatik niteliğini kaybetmesinde hızlandırıcı bir etkendir nem.
Serin, kuru, güneş almayan bir ortam kahve saklamak için yeterli, contalı kapaklı bir kavanoz işimizi görür. (Hem zaten kavanoza koyduğumuz çekirdek kahvemizi en fazla 1 hafta içerisinde tüketeceğiz)
Kahvemizi nasıl satın alıp saklayacağımızı öğrendiğimize göre hangi kahveyi seçmemiz gerektiğine geçebiliriz.
Aslında her konuda olduğu gibi bu konuda da zevkler ve renkler tartışılmaz ilkesi geçerli çünkü neticede ağız tadı göreceli bir kavram. Kimi insan meyvemsi, çiçeksi notalara haiz bir Afrika kahvesi severken kimi daha yumuşak içimli, karamel, çikolata tadlarına yakın bir Güney Amerika kahvesi, kimi ise Baharatlı aromalar barındıran bir Asya Pasifik kahvesini sevebilir.
Kahvenin karekterini belirleyen, yetiştiği iklim, toprak yapısı, bitki örtüsü, irtifa dışında kavurma metodu da damağımızın tercih ettiği profili tanımlar. Kısacası kahve de insan gibidir; DNA’sı temel özelliklerini belirleyebilir ama yetiştirilme tarzı ve ortam, ortaya çıkan sonuç üzerinde bir o kadar etkili olacaktır.
Daha asidik ve aromatik canlı bir hafif kavrum mu, Rahat içimli ve dengeli bir orta kavrum mu yoksa acımsı yoğun gövdeli bir koyu kavrum mu?
Sizin kahvenizin hangisi olduğunu çok fazla kahve tadımı yaparak öğrenebilirsiniz. Üstelik bunu kendi zevklerinizi anlamaya yönelik bir yolculuk olarak da düşünebilirsiniz. Belki tercih ettiğiniz kahve tadının kişiliğinizle derin bir bağı vardır, kim bilir?
Günümüzde kahve çok büyük ve önemli bir sektör. Marka değeri en yüksek şirketler arasında kahve zincirleri var ve dünyanın her köşesinde beliriveren bu standart işletmeler, sizi kahve ile ilgili ihtiyacınız olan her şeye en iyi ve en “adil” şekilde ulaştırmayı vaat ediyor.
Ancak naçizane önerim: Kahvenizi fabrikasyon üretim yapan ve muhtemelen kavurma süresinin üzerinden epey zaman geçmiş büyük markalardan ziyade kendi kahvesini kavuran veya kavurtan küçük işletmelerden seçin.
Marka çalışması ne kadar iyi yapılmış olursa olsun, İyi kahveyi süpermarket raflarında aramak Ağustos ayında İzmir’de kardan adam aramaya benzer. Yani en iyi şartlarda bile şansınızın yaver gitmeme olasılığı yüksektir.
Mahallenizdeki küçük işletmeye şans verin; pırıl pırıl camlı kocaman kahve zinciri mağazalarının yanında gözünüze pek kagir görünen o küçük kahve dükkanı, gerçek bir kahve tutkununun büyük hayali sonucu doğmuş olabilir.
Satın almadan önce mutlaka farklı karakterdeki kahvelerden tadım yapın. Sizi en çok gülümseten, zihninizde tatlı bir ritim duygusu yaratan kahvenizi alabildiğiniz en küçük paket ile satın alın; böylece bayatlama riskini en aza indirmiş olursunuz.
Tadım yapmak için her sonbahar gerçekleşen kahve festivalleri harika fırsat. İrili ufaklı birçok yerel üreticiyi aynı platformda yakalayıp karşılaştırma yapmak, aradığınız kahveyi bulmanızı kolaylaştıracaktır.
Şık bir fincana doldurup yanına güneş gözlüğü kitap ikilisi ile iyi bir arka fonda fotoğraflayarak sosyal medyada yayınlamayı da unutmayın…
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.