20. ve 21. yüzyılda, yemek felsefesine yaklaşımlarda, patlama yaşanmıştır. Başlık; ister vejetaryenlik, ister organik tarım, gıda hakları, biyoteknoloji, küreselleşmede gıda, üretici-tüketici hakları ve sorumlulukları ya da her ne olursa olsun, kabaca yemek felsefesi doğrudan veya dolaylı gündemin en önemli konularından biridir artık.
Felsefe
dediğimiz şey, bilimsel gözlemler neticesinde ortaya çıkar.
Felsefî
soruların kaynağı, son derece çeşitli davranış biçimlerinden oluşur. Söz gelimi;
bir ziyafet masasında, süpermarketteki sıradan bir alışverişte, yolculuk
sırasında transit geçilen tarlalara göz değdirildiğinde… Hiç fark etmez; önemli
olan, bu niyetle bakan filozofun, bu konuda tek bir amentüsü vardır: Yemek.
Peki,
yemek denilen olgu hakkındaki felsefenin temeli nedir, ne olabilir? İrdelemek
istediğim konu bu; buyrun…
Yemek
felsefesinin, çıkış noktasına farklı bir yaklaşım getirmek istiyorum: Yemek, aynadır.
‘Ne yiyorsak, biz oyuz!’ şeklindeki ifadeyi ya da buna benzer bir
söylemi mutlaka duymuşsunuzdur. Ayna
dediğiniz nesne, bir dizi karar ve çevresel koşul sonucu meydana gelir ve bu
kararlar sayesinde ayrıntılı ve kapsamlı bir ‘biz’ portresi ortaya çıkar. Yemek felsefesi dediğimiz şey de
gıdanın birey üzerindeki etik, politik, sosyal ve artistik bir otantik kimlik
yansımasıdır.
Burada
gıda ile ilgili ilişki koşulları çok önemlidir. Ayna; gereksinmelerin,
alışkanlıkların, zorunlulukların, beklentilerin, biraz temkinli de olsa kafa
yormaların ortak ürünüdür.
Yemek
yememiz, nasıl yaşadığımızın aynasıdır. Doğrudur.
Fransız
hukukçu, politikacı ve de gurme Jean A. Brillat-Savarin’in (1755-1826) de benzer
bir sözü geliyor aklıma: “Bana ne
yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
Yani
diyeceğim o ki yemek deyip de geçmeyin. Yemek denilen eylemin bir felsefesi vardır.
Bu felsefenin içinde; metafiziği, epistemolojisi (bilimsel bilgi), tat
estetiği, gıda etiği (canlı hayvanlar, çevre, sağlık, dürüst
ticaret, teknoloji, gıda politikası, gıda kimliği ile niteliği
ve özdeşleği) gibi alt başlıklar gizlidir.
Filozoflar,
tarihin ilk dönemlerinden itibaren girmişlerdir bu konuya. Platon, Epikür ve
Seneca’nın bu alanda yazıları, sözleri vardır. Aydınlanma döneminde Locke,
Rousseau, Voltaire ve belki şaşıracaksınız ama üretim-tüketim temelli olarak
Marx ve Nietzsche bile değinmişlerdir yemek olgusuna.
20.
ve 21. yüzyılda, yemek felsefesine
yaklaşımlarda, patlama yaşanmıştır. Başlık; ister vejetaryenlik, ister organik tarım,
gıda hakları, biyoteknoloji, küreselleşmede gıda, üretici-tüketici hakları ve
sorumlulukları ya da her ne olursa olsun, kabaca yemek felsefesi doğrudan veya dolaylı gündemin en önemli
konularından biridir artık.
Konu
yemeğin felsefesi ise Antik Yunan düşünürü Samoslu (Sisam) Epikür (MÖ 341-MÖ
270) ile başlamak zorundayız.
İlginçtir,
kurduğu okulun adı ‘Bahçe’dir. Aslında
mutfak bahçesi anlamında
kullanmaktadır. O günün ölçülerinde, çok farklı bir filozoftur Epikür. Bahçe, kadınlara ve kölelere de
açıktır. O gün için devrim niteliğinde şeyler öğretmektedir. Atomdan, doğadan
bahsetmekte, inanç sistemlerini reddetmektedir. Bir anlamda, deizmin ilk
örneklerinden biridir. Yeme içme, zengin sofralar vazgeçilmez hobisidir. Ziyafetler
vermekte, her sınıftan konuklar ağırlamaktadır. Yiyecek ve içecek üzerine de
zengin notlar tutmaktadır. Ne yazık ki notlarının hepsi kaybolmuş, bir kısmı
öğrencisi Lucretius tarafından sonraki nesillere aktarılmıştır.
Yemek
felsefesi ile ilgili hatırlanan birkaç ifadesinden örnek vereyim:
“İyi
olan herşeyin başlangıcı ve kökü, midenin haz almasından geçer. Bilgi, bilgelik
ve kültür bu realitenin dışında düşünülemez.”
“İyi
bir et yemeği dostların eşliğinde olmazsa, arşların ve kurtların yemek
yemesinden ne farkı kalır!”
“Yemek
yemenin zevkinden öte aç ve susuz kalmamalıyız.”
Epikür’ün
Gastronomik Hedonizm (hazcılık)
akımının öncüsü olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmayacaktır.
YEMEK FELSEFESİNİN İLK KİTABI
Yemek felsefesi ile ilgili olarak bu adı taşıyan ilk çalışma,
1867 yılında Albert J. Bellows tarafından yayınlanmıştır. Amerikalı’dır; Bellows,
profesördür. Sağlık, kimya uzmanı ve psikologtur. Tarım ve bahçecilik üzerine
çalışmaları vardır.
Yemek Yaşamaktır, Yaşamak Yemek
Yemek, yaşamak
demek olduğuna, yaşamak da yemek olmadan olamayacağına göre benim yemek felsefemin
başlığı son derece basittir:
GERÇEK GIDAYI YİYİN!
Heryıl 56 milyar hayvan kesilen bu
yerkürede, GDO’suz gıda bulmak bayağı zor hale gelmiştir. Olsun…
Koşulları da dikkate
alarak şöyle sıralayabilirim ben yemek felsefemin maddelerini:
1. Hayatî
fonksiyonlarımızı yerine getirebilmemizi sağlayacak gıdalar seçelim.
2. Sebze ve
meyveye önem verelim. Fazla kiloya neden olabilecek gıdalardan kaçınalım.
3. Gıdaların
temizliğine ve tazeliğine mutlaka dikkat edelim.
4. Ev veya çok
emin olduğumuz restoranların dışında maceraya girmeyelim.
5. Fast food’dan
kaçınalım.
7. Yaşımız ve
kilomuz her ne olursa olsun, vücudu çalıştıracak egzersizleri ihmal etmeyelim.
8. Küçük
porsiyonlar halinde yiyip, çeşitliliğe önem verelim.
9. Zevk ile yararı
dengeleyelim.
10. Protein,
sebze, karbonhidrat ve tatlı dengesini iyi kuralım.
11. Diyet için
mutlaka bir uzman görüşü alalım.
12. Vücudumuza
tapınağımız gözüyle bakalım.
13. Ne
yediğimize, ne kadar yediğimize ve ne kadar sıklıkla yediğimize dikkat edelim.
14. Yediğimiz
şeylerin ne olduğunu, içindekileri -yani katkı maddelerini-, nereden geldiğini
ve ne kadar yediğimizi dikkatlerimizden kaçırmayalım.
15. Sağlık…
Sağlık… Sağlık… Hipokrat’ın “Yiyeceğin
ilacın, ilacın da yemeğin olsun” sözünü asla unutmayalım.
16. Herkesin
farklı bir kültür ortamından geldiğini, bu nedenle halk arasında ‘iyi yemek’
anlayışının görece yorumlandığını aklımızdan çıkarmayalım.
Uzun, yararlı ve sağlıklı
bir yaşam için yiyelim. Gelin, yemek felsefemiz bu olsun.
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Modern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Oldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.