Dosya
Çaydan Covid 19 Atağı, Bir Çay Hikayesi
1921 yılı nisan ayında mecliste kurulan bir komisyonda, Ziraat Genel Müdürü olarak İktisat Bakanlığı adına temsilci olarak katılan Zihni Derin’in; o gün ortaya attığı bir fikir koca bir bölgenin hayatını ileride değiştirecekti
Yayınlanma zamanı
5 sene önce-
Yazar:
Mine AtamanKim derdi ki dillere destan çocukluğum, şimdi de çay konusu ile gündeme gelecek; belleğime iliştirilmiş çay anıları korona virüs günlerinin en önemli hatıraları olacaktı.
Her şey whatsapp gruplarımdan birine düşen bir mesaj ile yeniden can buldu. Ben de madem evde hayat, elde zaman var dedim, mevzunun detaylarını kaleme almak istedim. Belgeye göre Çin’de görev yapan bir doktor virüse karşı bir çözüm bulmuş; COVİD 19’un etkisini azaltacak mucize, çayın içerisindeki etkin madde imiş. Çin hükümeti virüsle mücadele sürecinde hastalara ve sağlık çalışanlarına günde 3 öğün çay ikram etmiş, bu sayede kötü gidişatı kontrol altına almış. Elbette bilim çevreleri, konunun sağlık ve bilim boyutunun bu kadar basit olmadığını bilecek ve bu mesajlara muzipçe gülümseyecek kadar olaya vakıftır. Bize düşen konudan kendimize görev çıkarmak, çay konusunu masaya yatırmak olacaktır. Madem böyle iddialı bir durum var ben de çayın tarihi, faydaları, çocukluğuma katkıları tüm boyutlarıyla çayı sizlerle paylaşmak istedim.
Çocukken çay kelimesi bir tarafta geçim bir tarafta eğlence kelimelerinin karşılığıydı. Rızıktı, çünkü geçim denilen derin mevzunun en önemli unsuru çay tarımıydı. Gerçi o zamanlar tarım denen kavram sadece okulda gördüğümüz coğrafya dersiyle sınırlı, sıradan bir kavramdı. Bölge için çayın stratejik önemini şöyle bir tarafa bırakın, strateji kelimesi anneannemin köyüne belli ki hiç uğramamıştı. Yani çay, Nazif dedenin sabah akşam içtiği öylesine bir içecekti. Tat ve aroma kavramları bahçedeki karayemişler, bostandaki patateslerin çiçek kokularıyla sınırlıydı. Tat denen şeyin büyük ölçüde koku alma yeteneği ile başlayıp tat reseptörleriyle devam eden teknik bir süreç olduğunu henüz keşfetmemiştik. Somaliye denen kavrama ne kadar uzak olduğumuzu varın siz düşünün artık.
Takdir edersiniz ki o yıllar Japon çay seremonisinden henüz haberdar değildik. Bu bakımdan çayın tarihi ve kültürel değeri sadece Ajda Pekkan bardaklarıyla sınırlıydı bizim oralarda. O da her evde bulunmayan, misafir geldiğinde çelik tepsinin üzerinde gümüş kaşıkla arzı endam eden salına salına teyzelerin ellerinden büyük amcalara, büyük büyük dedelere sunulan çayın afilli bardağıydı. Kahvaltıda ince belli olan değil genişçe, bir de oval tutma yeri olan belli ki kötü camdan yapılmış plastiği andıran şişmanca bir bardaktan bol şekerli, içine ekmek bandırılmış çayları ailecek hüpletirdik. Abartıp içine süt katanlar, çayın kekini yapanlar, çaydan vazgeçmeyip yardan geçenler uzun çay sohbetlerinin temel konularıydı.
Köylüler için çiseli havalarda çay almak, çayı sırtında taşımak, çayın içindeki yabani otları temizlemek, çaya gübre atmak şimdilerin moda kavramıyla çay tarımının zorluklarıydı. Bizim oralarda hayat çay alım takvimine göre belirlenirdi. Mesela yaylaya gitme, merzeye göçme, yayladan dönme, vartovar vakti gibi tüm dönemsel konular yılda dört sefer yapılan çay alma dönemlerine göre belirlenirdi. Çay tarımı aile içinde yapılan bir eylem olup, tamamen yaşam şekline dönüşmüştü. Kısa tarihine rağmen bölge, çayın anavatanı olarak kabul edilmiş halk çayı hayatının merkezine koymuştu.
Çay tarımı çok çalışmak demekti. Çalışmanın nesi keyifli demeyin ben hiç çay bahçesinde çalışmaktan gocunan, çay taşıdığı için yorulan kimseyle karşılaşmadım. Herkes mutlu, heyecanlı ve cesurdu. Mesela siz hiç 80 kg sırtında taşıyan bir büyükanne gördünüz mü? Belki aralarında bazı mutsuzlar olabilirdi. Onun da sebebi çayların arasındaki yabani otların temizlenmesi ile ilgiliydi. Yabani ot derken şimdilerde Ender Saraç hocamın sürekli yiyin dediği ısırgan otu bizim için en sinir bozucu yabaniydi. Çünkü öyle bir yakardı ki aşk acısından beter olurdunuz. ‘’Acısı geçer, bir şey olmaz romatizmaya iyi gelir’’ diyen büyükanneler konuya son noktayı koyardı. Isırganın hele bir de tohum kısmı vardı ki, Allah korusun ateşe pervane olsan o kadar yanmaz yürek mazallah.
Çay tarımının keyfi tarafı var mıydı diye soranlara mecilik denen olay derim. İmece kelimesi her nasılsa Hemşin köylerine mecilik olarak çevrilmişti. Genç kızlar, anneler, anneanneler, çocuklar dağları devirircesine çaylığın başından girer sonundan çıkardı. Yamaçlardan dalgalanan kuş misali yer nerede gök nerede demeden ayakta bile zor durulacak dik yamaçlarda çaya tutunan, hayata tutunurdu. Ara verildiğinde öğlen yemeği dillere destan muhlama ile taçlandırılırdı. Çaylık çayın bulunduğu alana verilen isimdi, bazı yaşlılar ‘’çaylığın dili olsa da konuşsa’’ derlerdi. Her çay tarlasının yanına bir erik ağacı bir de haçaçur armudu dikilirdi. Erik hayatın acısı, armut da dünyanın tadıydı zamanında. Sıcaktan bunalanlar ceviz ağacının altında tenhaya, karnı acıkanlar ekşi eriğin dalına konardı. Erik ağacı verimli ve ihtişamlıydı; yaz sonuna doğru büyük mantarlar tüm vücudunu kaplardı. Ağaçtan toplanan mantar çaylıktakine hayat, mantarın aroması çaya lezzet katardı. Son yıllarda itinayla budanmış, peyzaj mimarisinin hünerlerinden faydalanılmış estetik çay tarlaları o zamanlar önünde parayla çekim yapılan yerler değildi. Olsa olsa küçük radyodan yurttan sesler halk müziği topluluğundan türküler dinlenirdi yamacında çaylıkların. Bahçe tasarımından nasibini almasa da çay bahçeleri herkesin medar -ı iftiharıydı. Rahmetli lele çay tarlasının intizamıyla, o kadar övünürdü ki içine bal döksen yalanırdı o denli. Çay alırken atma türkü geleneği çaylıklar arası temaşanın en coğrafi izdüşümüydü. Irmaklar arasından, çaylıklar üzerinden aşıp giden kelimeler karşı köye müzik olur gönüllere fısıldardı.
Çocuklar çaylığa su taşırdı, susayanlar içsin diye. Hasat bittiğinde de çaylıktaki küçük tohumları toplardık, kışın oyuncak kadrosuna dahil etmek üzere. Çocuklar çayların üzerinden o tarafa bu tarafa yuvarlanıp giderlerdi. İşin en korkunç tarafı nadiren de olsa çayların arasından çıkan yılanlardı. Ona da alışan Hemşinli’ler coğrafyanın kader olduğunu binlerce yıldır zaten çok iyi kavramışlardı. Kader dediğin her neyse, bir bölgeyi rızık sahibi yapmış; bulutların ülkesinde çocukların okumasını sağlamıştı. Bu sebeptendir ki duası bol, keyfi çoktu çayın.
Çayın satış kısmı da pek muhabbetli, pek çetrefilliydi. Her yıl başı belirlenen kotalar, çay kalitesi yönünde belirlenen kriterler hepsi satış stratejisini etkilerdi çay tarımı yapan köylülerin. Çaykur bilinen ilk ve en resmi devlet makamıydı. Çaykur’dan gelecek her açıklama Ali dedenin radyosundan bütün mahalleye canlı yayınlanır, çay cüzdanları yavaştan çekmeceden çıkarılırdı. ‘’Çay parası’’ denen finans terimi; manifaturaya çiçekli pazen siparişinin verildiği, meyveli gazozun kapağının açıldığı, nahiyedeki küçük pastanenin raflarının boşaltıldığı zaman demekti. Çay parası deyip öyle hafife alınacak bir muhasebe kaydı değildi. Çay defteri borç ve alacak defteriydi aynı zamanda. Onun ondan alacağı, kırk kilo komşu defterinden borç, Ayşe teyzede kalan yirmi kilo hepsi, hesabını yapanların, çayı, çorbayı, yaşamı paylaşanların gelecek defteriydi. Dert defteri mi desem, deva defteri mi desem hepsi içinde zamana not edilmiş, bir küçük yapraktan bir bardak çaya yolculuk demekti.
Çay çok eskiden elle toplanırmış, eli su toplayıp, nasır tutanlar parmaklarını çoğu zaman hissetmezlermiş. Çay makasının icadı, uzay mekiğinin icadı kadar coşkuyla kutlanmış bizim oralarda. Önceleri bazıları bu teknolojik aleti çayla parmakları arasına almak istememiş. Ama zamanla onun da markası iyisi kötüsü köylünün gönlünü de ellerini de fethetmiş. Çayın ekimi, bakımı, alımı, satımı her aşaması kültürel bir yansımayı da beraberinde getirmiş. Yeme içme alışkanlıkları, yıllık çalışma düzeni, çocukların eğitimi, evlerin mimari yapısı yaşamın her detayı, çay kültürüyle harmanlamış olarak çıkar karşımıza Rize’de.
Çaylıktan bardağa bir yudumluk çay hikayesinin her bir süreci zorluklar, sevinçler ve sürprizlerle doluydu hiç şüphesiz.
Sürecin tamamından herkes kendi payına düşeni sahiplenir, kendi zorluklarını yaşardı. Çocuklar için keyifli bir aşama da alım yeri süreciydi. ‘’Alım yeri’’ çayın satıldığı yer anlamına gelen büyük beton bir fabrika görünümünde mucizevi alanlardı. Kapıda çaylar torbaların içinde gölgede beklerken, işte burada gıybet gırla giderdi. Muhabbetin ardı arkası kesilmezdi. Taraflar, bertaraflar, havalılar, yoksullar gruplar halinde çay eksperinin gelip onları sırasıyla içeri almasını beklerdi. Alınan çaylar eğlenceli oyunlarla kamyonlara yüklenir, kamyonlar yaprakları döke saça yollara, fabrikalara giderdi. Alım yerlerinin yakınlarında meyve ağaçları, değirmenler ve puğarlar olurdu. Puğarlar oluk oluk su akan herkesin doya doya su içtiği duraklardı. Çay satımı beklenirken bir taraftan da değirmen de mısırlar una dönüştürülürdü. Alım yeri öyle alelade yerler değillerdi. Orada muhabbetler köpürtülür, aşklar filiz verir, dostluklar pekişir sosyalleşme en üst seviyeye taşınırdı. Orası ferahlama noktasıydı. Sosyal mesafeyi varın siz düşünün.
Bahçe tarımı olmasına karşın dışarıdan işçi kullanılmazdı. Çayı çok fazla olanlar da meci sistemiyle işlerini planlar ya da yarıcılık sistemini kullanırlardı. Varlıklı aileler artık tamamen şehirlere göçmüş, büyük çay bahçelerini kiralamaya başlamışlardı.
Mevsimler değişirken çayın yaşamla iç içe oluşu hiç azalmayan, bitmeyen bir serüvene dönüşmüştü yıl boyunca. Kimilerine göre çay kolay bir tarım türü, kimileri ise çaylığının başından yıl boyu ayrılmazdı. Hayvan gübresiyle toprağı zenginleştirme, budama, tohumlarını toplama, içini temizleme çay bakımının zorlu aşamalarındandı. Özellikle de çay tarımın ilk yapılmaya başladığı zamanlarda dağ gibi ormanlık alanlar sökülmüş, çapalanmış uzmanlar eşliğinde çaylığa dönüştürülmüş. Sertler yapılarak birer metre aralıklarla ekilen ilk tohumlar yıllar içinde fidana geldikçe Rize’ye de can gelmiş.
Rize’de hayat derelerin coşkun suları, ağaçların devasa gölgesi gibi önüne aldığını yaşamın cilvesine katar gider. Durmak için daha yukarı, durdurmak için daha yamaca tırmanmak ilk kuraldır. Çaylıklar doğaya değil insanlığa meydan okur üzerindeki yeşil çocuklarıyla. Çoluk çocuk, kadın erkek kurum tutmuş ocağın başında aynı sofrayı paylaşır, aynı kederin derdine dertlenirler. Kadınların hep tarlada olduğunu yazanlar vardır, oysa Hemşin ve civarında kadın her şeyi yönetir, her süreci planlardı. Oradaki demokrasi anlayışı kadın erkek olarak değil insan olarak tarafların uyumu ile dengelenen bir ironiden beslenirdi. Tam da bu noktaya değinmişken, ‘’erkekler kahvede Karadeniz’de hep kadınlar çalışıyor’’ klişesini duyar gibiyim. Modern dünyanın şehir efsanelerinden biri de buydu. Doğrusu nasıl mıydı. Erkekler çay fabrikasında vardıyalı çalışırdı. Genelde gündüzleri ya uyurlardı ya da fabrikadalardı. Elbette fabrikadan gelip kahvede oyun oynayanlarda vardı ama onlar kalabalık içinde azınlıklardı. Yani bilinenin aksine Karadeniz’de tembel olmak, tembel kadın olmak, tembel çocuk olmak, tembel erkek olmak kavramı gerçeği yansıtmazdı.
Fabrikada işçi olmak önceleri memur olmakla eşdeğerdi. Her evden bir veya birkaç kişi fabrikanın rızkından ailesinin geleceğini nemalanırdı. Fabrikaya işçi alınacak haberleri memur sınavları kadar rağbet gören bol umutlu süreçlerdi. Fabrikadan dönenler bir somun ekmeği filesine takar, gururla nahiyeden köye hızlı adımlarla ulaşırdı.
Çayın tarihi öyle dilden dile dolaşan, sürekli anlatılan bir hikaye değildi o zamanlar. Onunla ilgili en çok bilinen, Zihni Derin amca idi. Onun hayat hikayesi, Karadeniz tarımına kazandırdıkları, Rize’de yaşadığı kaza tüm bunlar sadece kahraman insan kontenjanından anlatılan efsanevi hikayelerdi. Bildiklerimizin çoğu ilkokuldaki hayat bilgisi dersinden devşirmeydi. Zamanında Zihni Derin, Rize’ye gelmiş çay buraya yakışır demiş, ekilmiş sonrada Karadeniz’in hayatı değişmiş diye anlatırdı öğretmenlerimiz.
Gelelim işi doğrusuna.
1921 yılı nisan ayında mecliste kurulan bir komisyonda, Ziraat Genel Müdürü olarak İktisat Bakanlığı adına temsilci olarak katılan Zihni Derin’in; o gün ortaya attığı bir fikir koca bir bölgenin hayatını ileride değiştirecekti. Komisyonda Rize ve çevresinin huzurlu bir yaşama kavuşabilmesi için öncelikle insanların geçimini sağlayacak iş ve çalışma imkanına kavuşturulması gerektiğini anlatır. Herkes bu fikri kabul eder ve çalışmalar başlar. Manidardır ki aradan yüzyıl geçmesine rağmen hala bölgesel kalkınmada, kırsal kalkınmanın, tarımsal yatırımların önemi yeniden gündeme gelmekte. Yüz yıldır bölge halkına umut dağıtan çay, bu günlerde en istikrarlı tarımsal faaliyetlerden biri olarak yapılmaya devam etmektedir.
Hiç şüphesiz Karadeniz bölgesinde çay tarımı ile birlikte bir çok tarımsal ürün için de araştırma başlatılmıştı Cumhuriyet öncesi dönemde. Mandalina, bambu, turunçgil çeşitleri hala daha bölgede varlığını sürdürmektedir. Hatta o dönemde yurdun dört bir tarafında Ziraat Fakülteleri kurulup çok değerli ziraat mühendisleri ülkeye davet edilmiş; Türkiye’den gençler Avrupa’nın önemli okullarına eğitime gönderilmişti.
Çayın tarihi, çayın Osmanlı ile olan ilişkisi, çayın kökeni hepsi birbirinden ilginç konulardı. Çay bitkisinin Latincesi “thea sinensis”tir. Anavatanı Çin’in Fu-kien bölgesi halkının konuştuğu Amoy lehçesinde t’e (theh), seçkinlerin kullandığı Mandarin lehçesinde ise ç’a (tcha) şeklinde telaffuz edilmektedir. Amoy biçimi Batı dillerinde thé, tea şeklinde kullanılırken, kuzeydeki Mandarin söyleniş biçimi Japonya, Hindistan, İran ve Rusya’ya geçmiş, buralarda da ‘’ça, çay, şay’’ olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Türkiye’ye geldiğinde çay şeklinde bir kullanım olmuştur. Nedeni Rusya ve civarındaki ülkelere gurbete giden Hemşin’li erkeklerle ilgiliydi. Çayın çocukluk anılarım ve modern hayatın içerisindeki etkisine biraz ara verip kökenine bakalım mı.
Çin’de yaklaşık 5 bin yıldır ekilmekte olan çay, toplumsal bir ritüelin de ana unsuruydu. Biz de çay içmek sosyalleşmenin, Uzakdoğu’da ise içe dönüşün simgesidir. Güne başlarken içilen çay zindeliği, akşam içilen çay günün arınması anlamına gelir. Japon çay seremonisi sükûneti, dinginliği ifade ederken biz de coşkuyu, paylaşımı, rahatlamayı ifade eder. Çayın demlenmesi, içim şekli, bardağı, yanındaki ikramlıklar kültürden kültüre farklılık göstermektedir. Günün her anında, her buluşmada çay; sevginin, saygının, değer vermenin simgesidir. Çay ile imzalar atılır, çay eşlik eder aşklara, çay ile anlaşmalar kutlanır. Çay; uzun vadede bölge halkıyla bütünleşmiş dinamik, coşkulu Karadeniz insanının tüm karakteristik özelliklerini üzerinde taşır. Kimi kıtlama çay sever, kimi paşa çayı ile keyfine keyif katar. Kıtlık zamanlarında yanında kurutulmuş meyvelerle ikram edilir. Tüm yoğun günlerden sonra bir çay koy da yorgunluğumuzu atalım diyenler günden geceye çayın iyileştirici etkisiyle dost meclislerini, komşuluk ilişkilerini geleceğe taşıyanlar hepsi aynı coğrafyaya gönlünü yaslamış insanlardır.
Nitekim sert bir çay koy, açık olsun, paşa çayı olsun, kıtlama olsun derken her biri bir duygunun, bir tavrın bir bardakta, bir renkte vücut bulmuş halidir. Onun rengini gökkuşağında aramak, onun kokusunu çiçeklerden sormak, onun hazzını yıldızlarla paylaşmak olsa olsa fani bir arayıştır. O renklerin içinden, o kokuların arasından, o hazzın kuytularından arınmış kendine münhasır; kendi teruarının hafızasıdır yudum yudum içilen.
Yeryüzünde beş bin yıldan beri kullanılmakta olan çay ilk defa Çin’de ortaya çıkmıştır. Hem ilâç hem de keyif verici bir içecek olarak yaygınlaşan çay; zaman içinde bir içecekten öte kültürel bir anlam kazanmaya başlamıştır. Çay Çin dışında Japonya’da tüketilmeye başlandığında seremonilerin de muhtevasını oluşturmuştur. Çin’de hat sanatı gibi farklı sanatları icra edenler, çay seremonisiyle birleştirilip milli çay seremoni sanatçılarını yaratmışlardır.
IX. yüzyılda çayın ziraatına başlanmış ve XII. yüzyılda kütlesel üretime geçilmiştir. Çay, devam eden yıllarda Hindistan, Moğolistan, İran ve Ortadoğu ile buluştu.
Safeviler XVII yüzyıl ortalarında iyiden iyiye çayı benimseyerek, onu sadece yazın içilen değil yıl boyu tüketilen bir içeceğe dönüştürdüler. Isfahan’da ‘’çay – ı Hıtahıahane’’ (Çin çayı evi) adlı işletmeler açılmaya başladı. Ruslar da Moğollar ve İslam dünyasından sonra çayı tanımaya başladı. Göçler ve savaşlar çayın kültür elçileri oldu bir bakıma. Herkes kendi belleğinde ve sırtında taşıdığı tohumu, kültürü gittiği yerlere anı olarak, tarımsal üretim olarak taşıdı. Kazak, Türkmen ve Özbek’ler de Rus hakimiyetindeyken çay tüketir hale geldiler. Bölgeden gelen göçler, diplomatik görüşmeler çayın Osmanlı coğrafyasına taşınmasını sağladı. Savaşların ardından bir bardak çayın, düşmana bile ikram edilen kan kırmızı rengi kaldı uğradığı damaklarda.
Sömürgecilik faaliyetleri çayın Avrupa ile tanışmasını sağladı. Ortadoğu’da kahve, çay, çikolata, şeker gibi ürünlerin keşfiyle beraber baharat yolu, kültürel ve ekonomik değerini kaybetmeye başladı. Uzun yıllar dünya çay üretim ve ihracat dengesi büyük şirketlerin ve ülkelerin kontrolünde süregeldi.
Türkler’in çayla tanışma macerası Hun’ların Çin etkisine girdikleri dönemde olduğu düşünülmektedir. Nitekim I. Yüzyılın başlarından kalan bronz bir kabın içerisinde çay kalıntılarına rastlanmıştır. Çayın Türk topluluklar arasında yaygınlaşmasını büyük ölçüde Ahmet Yesevi sağlamıştır. Kendisi Çin yakınlarındaki bir Türkistan köyünde ikram edilen çayı o kadar beğenmiştir ki herkese önermiş ve çayın rahatlatıcı, mutluluk verici özelliğinden sıkça bahsetmiştir.
Daha sonraları, Moğol saldırıları yüzünden çay kültüründen uzaklaşan Türkler; Osmanlı ile yeniden eski dostları çay ile buluştular. Osmanlı’nın çay ile tam olarak ne zaman tanıştığı kesin olmamakla beraber; XVI. Yüzyıla kadar gittiği düşünülebilir. Evliya Çelebi, İstanbul ve Bitlis’te bazı konaklarda ve devlet dairelerinde çayın ikram edilen ikramlıklar arasında olduğunu anlatır.
O dönemlerde çay yaprakları aktarlarda şifa kaynağı olarak da satılmaktadır. Günümüzde özellikle de yeşil çayın, beyaz çayın ve çay pudrasının şifacı özellikleri o tarihlerde de kullanılmaktaydı. Şeyhülislâm Damadzâde Ebülhayr Ahmed Efendi 1711 yılında yazdığı ‘’Çay Risâlesi’’nde çayın faydalarından bahsetmiştir.
Kuşkusuz Osmanlı tarihi belgelerinde yeme içme ile ilgili konular ancak Saray’a alınan satınalma kayıt defterlerinden öğrenilebilmektedir. Bu anlamda; “kilâr-ı âmire” için satın alınan malzeme listesinde çay da vardır. Saray’da çay içildiğine dair herhangi bir belge bulunmamaktadır. O dönemde yaygın olarak yapılan şerbetlerde antioksidan özelliği münasebetiyle kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir.
XIX. yüzyıla geldiğimizde çay artık; önemli konak ve resmi yerlerde içecek ikramları arasına girmiştir. Özellikle yurt dışından gelenlere ikram edilen, itibarlı bir içecek olmuştur. Osmanlı döneminde çay piyasasına Kafkasya kökenli tüccarlar hakimken, ilerleyen dönemlerde Ermeni ve Rum esnaflar etkili olmaya başlamıştır. Hali hazırda Türkiye’nin en önemli çay fabrikalarından birine sahip olan Lipton, 1889’da ilk paketli çayının İstanbul’da satışına başlamıştır.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra çay ticaretinde tekrar Türk tacirler ön plana çıkmaya başlar. Önceleri Çin ve Japonya’dan çay ithalatı yapılırken sonraları; İngiltere pay sahibi olmaya başladı. Gemilerle İstanbul’a gelen çaylar İzmir ve Trabzon limanlarından vilayetlere dağıtılmaktaydı.
Bir çok alanda olduğu gibi çayın Anadolu’da yaygınlaşması ve günümüz anlamıyla tüketilmeye başlanması yine Tanzimat döneminde denk gelir. Batılılaşma döneminde Avrupa’ya gidip dönen yüksek bürokrat ve öğrenciler orada gördükleri çay kültürünü İstanbul’a oradan da tüm Türkiye’ye taşıdılar. Sadece Avrupa tarafından değil eş zamanlı olarak İran ve Rusya’dan gelen göçmenler de yanlarında çay kültürünü ülkeye taşıdılar.
Erzurum ve Kars yöresinde çay semaverden içilir yanında da kel simit dediğimiz simit vardır, tüm bunlar çayda Rus etkisini yansıtır. Doğu’nun bir çok şehrinde çok demli çay içilmesi de İran etkisinin kalıntılarıdır.
Tanzimattan sonra kahvehanelerde çay artık kahvenin yerini almaya başlamıştır. 1860’lı yıllara gelindiğinde sadece çay satan yerler açılmaya başlandı. Çaykur’un ‘’Çayla’’ projesi bu anlamda aynı amaca hizmet eden bir işletme olarak, çok güzel bir örnek olsa gerek. Divanyolu – Beyazıt – Şehzadebaşı interlandında da sadece çay satan dükkanlar iyiden iyiye çoğalmaya başladı. Dönemin şairleri, yazarları, akademisyenleri, bürokratları, sanatçı ve zanaatkarları buraların müdavimi oldu. Çay aynı dönemde romanlara, şiirlere, kantolara, piyeslere konu, sanatçılara ilham oldu.
Söz konusu dönemde İngiltere’de ki benzerleri gibi çay partileri cemiyetin kadınlarının ve erkeklerinin yoğun ilgi gösterdiği etkinlikler olup çıkmıştı. Çayın kışladaki hikayesi, cephe de motivasyon aracı olması, halkı kahvehanelerde buluşturması, rahatlatıcı etkisi gibi hususlar, giderek çayın milli bir kültür halini almaya başlamasını sağladı.
Şifalı ot olarak Uzakdoğu ve Rusya’dan gelen çay bitkisi tiryakilerinin yaygınlaşmasıyla beraber Çayhanelerin de kendi için de uzmanlaşmasına neden oluyor. Çayhaneler de kendi aralarında sınıflandırılıyordu; en önemlisi şair ve yazarların, sanatkarların tüm gün ilim irfan konuştukları, önemli toplantılara ev sahipliği yapan çayhanelerdi. İkincisi, küçük devlet erbaplarının günün yorgunluğunu atmak ve devlet işlerini hasbihal etmek için buluştukları mekanlardı. Bir de esnaf ve küçük burjuvanın buluşup fikir beyan ettiği çayhaneler vardı ki bunlar giderek halk tabakasını da içerisine dahil etmeye başlamıştı. Mirasyedilerin gittiği çayhaneler, ayaktakımının devam ettiği mekanlar aslında çok da istenilmeyen, racon kesilen türden işletmelerdi. Kendi arasında yapılan bu sınıflandırma amacına göre hizmet ederken çayın kalitesi, sunumu ve sohbeti de elbette meseleye eşlik eden türdendi.
Çayın yaygınlaştığı dönemde bir çok dergi de konu ile ilgili yaratıcı makaleler yayımlanıyor, edebiyatta çay konusu işleniyordu. Cumhuriyet döneminde çayın bir tarım ürünü olarak yaygınlaştırılma başlanmasıyla beraber yazılan yazılar da daha akademik ve bilimsel bir içerik kazanmıştı. Çayın tarihiyle ilgili tarih kitaplarında çok fazla bilgi olmaması Türk tarih yazım anlayışından kaynaklansa gerek. Bu bakımdan çay konusundaki bilgiler yabancı seyyahlar, satın alma kayıtları üzerinden derlenmektedir ağırlıklı olarak.
Tanzimat aslında Cumhuriyet öncesi önemli bir atılım zamanıdır. Ekonomik ve siyasi olarak yeniden güç kazanmak isteyen Osmanlı, tarım politikalarını gündemine alıyor. İstanbul, Bursa, Selanik gibi önemli tarım havzalarında Ziraat okulları açılıyor. Hatta 1879 yılındaki kayıtlara göre; Trabzon salnamesinde kayıtlı. Lazistan Sancağına bağlı Hopa kazasında 20 bin, Arhavi nahiyesinde 5 bin ton çay üretildiği kayıtlara geçiyor. O dönemde çaya ‘’Moskov çayı’’ deniyor. II. Abdülhamit tarıma çok önem vermekte olup, tüm vilayetlerden kendisine tarımsal üretimden örnekler gitmektedir. Trabzon’da yetiştirilen çayların körpecik filizleri toplanıp kendisine gönderiliyor. Yenilebilir sağlık kavramının oldukça önemli olduğu Osmanlı mutfağında hekimler ve aşçılar birlikte çalışmaktadır. Saray hekimi beyaz çayın yatıştırıcı, gençlik iksiri veren özelliğinden sıkça bahsediyor. Padişah’ın çayı sevmesiyle Trabzon bölgesindeki çay tarımına daha da önem veriliyor.
Çayın sadece Karadeniz’e has olduğunu düşünen anneannem için çayın hikayesi oldukça karışık ve çok uluslu olsa gerek. Sofrasına konuk olduğu tüm toplumlarda farklı bir kültüre temel oluşturmuş çayın hikayesinde herkesten bir parça olsa gerek.
Çayın hikayesi onun kan kırmızı renginde, her yıl yeniden filizlenen yaprağında yaşar. Anadolu coğrafyasına ait Edirne kırmızısı gibi Türk çayını diğerlerinden ayıran özelliği onun renginde, demlenme şeklinde ve en önemlisi de onu toplayanlarla kurduğu özel bağda olsa gerek. Rizeli’ler heyecanlarını, dik yamaçlarla olan uyumlu yaşamlarını, coğrafyanın hüznünü bir bardak çaya aktardı yüzyıldır. Onun içindir ki kimi çayını beş dakika, kimi on beş dakika demler. Kimi de kan kırmızı, zehir gibi çayı yudumlarken, zorlu uğraşılardan elde kalan hırçınlığı bir yuduma hediye eder. Çay dediğin hayatı yudum yudum içine çekmektir. Oksijeni bol sosyal mesafesi ırak dağların tepelerinde, gecesi zifiri karanlık yamaçlarında Karadeniz’in.
Türk çayının ritüeli yoktur derler bir çokları. Oysa ince belli bardağı her tuttuğunda başka bir dünyanın kapılarını aralar, geçilmez geçitlerden içeri girer, günün yorgunluğunu göçtüğün yerlerde bırakırsın. İnce belli bardağın sıcağında yaşama tutunanlar evinin rızkını bir bardak dolusu mutlulukla taşıyanlar. Günün, gecenin, varlığın bütün yüklerini bir yudum hafifletir, bir yudum sanki bedenine karışmış tüm arazları siler süpürür. Tatsız tuzsuz dünyanın kırmızı durağıdır o, bir yudum alır bir oh çekersin. Dostluklar gibi yavaş yavaş dem alır. Önce suyla tanışır, suya kendini açar, sonra suya rengini armağan eder. Suyla buluşma anından sonra gönüller birbirine açılır. Dem alan demlikler, pekişen dostluklar, yıllanan hatıralar her biri bir ahengini bırakır aktıkça ortadan bel vermiş bardağa. Bir dudak mesafesinde heyecanla pır pır atan yüreğini öylece bırakıverir boşluğa tiryakiler. Kan kırmızı çayın hazzı, çayın alameti farikasıdır. Her seferinde aynı tutkulu içimi sağlayan mucize, tohumdan yaprağa, yapraktan filize uzun ve uğraşılarla dolu yaşam döngüsünün sonucunda ortaya çıkar. Ona can verenlerin elinden yaşam kaynağından beslenmiş gibidir bir bardak çay.
Çoğu zaman düşünürüm çay Karadeniz’de değil de başka bir coğrafyada üretilse bu kadar coşkun akar mıydı demlikten bardağa. Böyle kan kırmızı rüyalara meyleder miydi tiryakilerini. Şöyle bi oh çekip rüyalara dalar mıydı çay molası sohbetlerinde aynı kaderi paylaşanlar. Hayatı doya doya içenler, hayat okulunu ezbere geçenler, ikmale kalıp tutunamayanların sığındığı bir durak, bir ömre bedel olur muydu kim bilir bir yudumu.
Çay, her bahar filizlenen bahçenin narin, güzel yeşil prensesidir. Öyle süt gibi bir yeşili vardır ki sıksan oluk oluk süt akacak sanırsın kuzuların melemesinden ala. Kışın kar sarıp sarmalar, ona eşsiz ve benzersiz tadı ve aromasını verir, bahar yağmurlarıysa tomurcuğuna lezzet katar. Yağmurla olan ilişkisi dengeden beslenir. Çayın kış uykusuna yattığı dönemde içten beslenir yağmura daha az ihtiyaç duyar, ne zaman filiz verir işte çocukluktan genç kızlığa geçen körpecikler gibi yağmura hasret güne döner. Her damlası yaprağa, köke can katar. Yağmuru ve pusu sever, güneşe arzı endam eder etmesine de fazlası demi gibi acıtır, yakar kavurur güneşin. Nemli havalar, puslu havalar boyuna, suyuna, huyuna can katar. Onun aromaları bir bahar busesi, bir sonbahar neşesi, bir yaz rüzgarını anımsatır. Çalı desen değil, ağaç desen akıl durur, otumsu dersen gönül koyar beyaz tomurcukları. Tırtıllı yaprak kenarları, hafif tüylü vücut yapısı Küçük Prens’in bauba ağaçlarını hatırlatır. Onun teruarın da sadece coğrafik, jeolojik ve iklimsel özellikler yer almaz. Hırçın Karadeniz, coşkun ırmaklar, yazı bekleyen yaylalar, kadınların gurbet ızdırabı, genç kızların sonsuz umudunu taşır her yetiştirildiği köyde, yörede.
Öyle yavaş tomurcuk açar ki onun sükunetle bekleyişi, doğayla uyumu çevresindeki bütün aromaları damağına hapseder, bir bardak çaya, bir yuduma tadını katar. Serin havaları, sakin yamaçları, yavaş yavaş büyümeyi sever. Öyle sakindir ki kök salarken yaşadığı her an onun tadına doyulmaz tat ve aromalar katar.
Toprağın yapısı, rüzgarın yönü, kaynak sularının vitamin ve mineral oranları çayın tadını belirlerken coğrafyanın nefesi, işlenme yöntemi çaya son dokunuşlarını yapar. Büyüme çay için hayati öneme sahiptir, hızlı büyür gücünü yapraklara verirse filizler buruk kalır ağızda mayhoş bir tat bırakır. Çam ağaçları, kestaneler, karayemişler hepsi bir parça lezzetinden bir parça kök suyundan armağan eder çaya. Hasadın kalitesi, lezzet ve aroma özellikleri yılın mükafatını bir yudum ile gönüllere taşır Hiçbir çay sadece duyusal ve aromatik özellikleriyle değerlendirilemez. Çayın yaşadıkları, ona dokunan ellerin hevesi, damla damla buluşur ince belli bardakla.
Gurbet Pastası kitabında Rusya, Polonya, Kırım’a giden Karadeniz insanın hikayesini anlatan Uğur Biryol dönüşte yanlarında çay kültürü ve konakları taşıdıklarından bahsetmişti. Yüksek tavanlı konaklarda, fırıncı Karadenizli erkeklerin gittikleri yerlerde aşık olup evlendikleri; mavi gözlü sarışın güzel kadınlar çayı her yudumladıklarında, ailelerine özlemlerini derinden hissettiler. O kadınlar kökleriyle vedalaşırken, büyük konaklarda içilen her çay bölge halkının yeni maceralarla tanışmasını sağladı. Zihni Derin’in çayı Karadeniz’e getirmesinden önce bölge, çay ile gurbet pastasından dönen erkeklerin bavuluyla tanıştı. Onlar yanlarında getirdikleri çay tohumlarını Arhavi, Hemşin gibi bir çok ilçede ektiler. Amatör olarak başlayan bu hikaye ilerleyen yıllarda gerçek bir tarım faaliyetine dönüştü, bölgeye can suyu oldu.
Çayın çeşitleri modern dünyada çoğalmakla beraber; Mahzen-i Edviyye yazarına göre beyaz, yeşil, menekşe moru, boz ve siyah renklerde ortaya çıktığı için beş çeşit olarak tasniflenmiştir. Şimdilerde butik çay üreticileri rayası, faydası ve özelliğine göre çayın yüzlerce türünü üretmeye başladılar.
Çayın tarihini ince belli bir bardağa, bir yudum çaya, bir dost sohbetine değişmeyiz elbette. İçinde çocukluk olan, anneannelerden kalma, kültürü şekillendiren, coğrafyayla uyumlu çay hikayeleri gelecekte daha çok soframıza gelecek.
Gelecekte, Türk çay seremonisini gastronomi programlarında paylaşacağız ülkemizi tanıtmak için, Türk kahvesine arkadaş olacağız dünya pazarında. Şunu biliyoruz ki; daha çok çay içeceğiz. Simidin yanına, bir kurabiyeye, bir böreğe, bir keyif çayına masamızda da hayatımızda da bolca yer açacağız.
Korona virüsün hayatlarımızı köşeye sıkıştırdığı şu günlerde ‘’evde hayat var, evde çay var’’ diyerek çayın tarihini, çocukluk anılarımın içinden çıkarıp bir bardak çayı paylaşma dileğimle….
Bu yazılar ilginizi çekebilir
Günümüzde birçok insanın favori içeceği olan ve ülkemizde de neredeyse siyah çay ile yarışacak düzeye gelen KAHVE, sadece zevk içeceği midir yoksa sağlığımıza yararı da var mıdır? Bu soruya cevap bulmak için bilim insanları yıllardır birçok çalışma yaptı, bunlarla sizleri bunaltmayı düşünmüyorum tabi ki, sadece sizler için kısa bir derleme yapmaya çalışacağım.
En büyük çalışmalardan biri olan ve 70.000’den fazla kişinin yıllarca izlenmesi sonucu elde edilen veriler SÜT TOZU/KREMA/ŞEKER katılmadan kahve içenlerin, hiç içmeyenlere göre daha az miktarda kalp krizi ve beyin felci geçirdiklerini gösterdi ve sonradan gelen birçok çalışma da bunları destekledi. Genel görüş şu anda sade kahve içmenin (Filtre kahve, espresso, Türk kahvesi fark etmeksizin) kalp damar sağlığı üzerinde olumlu etkilerinin var olduğu yönündedir.
Peki istediğimiz kadar içelim mi? Bu sorunun yanıtını aramak için de birçok analiz yapılmış, muhteşem bir içecek olan ve onsuz yapamadığımız suyun bile aşırısının zararlı olduğu düşünüldüğünde cevabı bulmak çok da zor olmasa gerek. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada özellikle haftada 6 kupadan daha fazla kahve içmenin bazı ritm bozukluklarına (Atrial Fibrilasyon) yatkınlığı artırdığı gösterildi. Bir diğer çalışmada ise erkeklerde fazla kahve içmenin kötü kolestrol (LDL) düzeyini artırdığı gözlenmiş. Fakat bu özellikle ailesel kolestrol yüksekliği olan kişilerde gözlenmiş, eğer kolestrol yüksekliği yok ise bu yükselme izlenmemiştir.
Madem ölçülü alındığında kalp ve damar sağlığımızı olumlu etkiliyor, çarpıntım olsa da kendimi içmek için zorlamalı mıyım? Anti-oksidan etkilerinin olduğu bilinen ve yağ yakıcı (lipoliz) etkisinden dolayı popüler diyetlerin vazgeçilmezi kahvenin içerisinde uyarıcı bir madde olan kafein bulunmakta ve hassas kişilerde bir bardak içmek dahi çarpıntı hissi uyandırabilmektedir. Kafein çikolata, çay dahil birçok üründe mevcut; fakat kafein dozları tabi ki biraz farklı. Bir çay bardağı siyah çayda 11 mg kafein varken, aynı miktardaki kahve 41 mg kafein içerir ve bunu bir fincan kahve yaparsanız doz 100 mg’dır. Her insanın kafeine tepkisi farklıdır, bazı insanlar 5 bardak içse dahi bir sıkıntı yaşanmazken bazı insanlar bir bardaktan dahi etkilenebilir. Ritm bozukluklarını tetikleyebilecek kafein bu tür kişilerde yarardan çok zarar getirebilir, yani ilaç gibi görülüp tüketilmesi önerilmez!
Unutmayalım ki kafenin düzenli alım sonrası bağımlılık yaratmakta ve alışılan dozda alınmadığı takdirde baş ağrısı, sinirlilik, anksiyete, bitkinlik yapmaktadır. Birkaç hafta dayanıldığı taktirde tüm bu yoksunluk belirtileri yok olacaktır.
“Kafeinsiz kahvelerin de olumlu etkileri var mı?” Bu sorunun kesin bir cevabı olmamakla birlikte, kavrulmasının yanı sıra ekstra işlemlerden geçerek üretilen bu üründen filtre kahve ve Türk kahvesi gibi daha saf kahveler ile aynı etkilerin beklenmesi pek de akılcı görülmemektedir.
Peki ya çocuklar? Birçok ülkede çocukların kafein tüketmesi 12 yaş öncesinde önerilmez. Çikolatada dahi bulunan kafeini engellemek ne kadar mümkün olabilir? Bu yüzden bazı ülkelerde yaşa göre günlük kafein tüketimi önerileri bulunmaktadır. Bu öneriler şu şekildedir; 4-6 yaş arasında 45 mg/gün, 7-9 yaş arasında 62.5 mg/gün, 10-12 yaş arasında 85 mg/gün, 12 yaş üzerinde 100 mg/gün kafein alımı şeklindedir. Özellikle büyüme çağındaki çocuklarda kahvenin büyüme hormonuna etkilerinden dolayı akşam 18:00 sonrası tüketilmesi önerilmemektedir!
Sonuç olarak size çarpıntı ve huzursuzluk yapmayacak dozu bilip alınan sade kahvenin (krema/süt tozu/şeker olmadan) olumsuz bir etkisi yoktur ve kalp damar sağlığına etkileri de düşünüldüğünde tüketilmesi yararlı gözükmektedir. Aşırı dozda kullanmanın bağımlılık yapıcı etkilerinin olduğu bilinip ölçülü tüketmek oldukça mantıklı olacaktır.
Sağlıcakla kalın.
Doç.Dr. Mustafa Adem TATLISU Kardiyoloji Uzmanı
Dosya
10 Kasım Özel: Ulu Önderimiz Atatürk Hangi Yemekleri Sever, Nasıl Beslenirdi?
Published
1 sene agoon
10 Kasım 2023By
Elvan BaşerModern Türkiye’nin, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 85. yıl dönümü. Her geçen sene ülkemiz için yaptıklarına tekrar tekrar minnettar oluyor, vizyonerliğine hayran kalıyor, onu büyük özlemle ve saygıyla anıyoruz. 10 Kasım haliyle her sene buruk geçiyor.
Bu sene Atatürk’ü anarken, konuyu gastronomi ile birleştirmek istedik. Atatürk’ün gösterişten uzak, sade yaşam tarzı yemek alışkanlıklarına da yansımış. Çok yemek yemeyi hem sağlığa zararlı bulan hem de tasarruf etmenin önemine inanan Atatürk’ün sofraları hep sade ve gösterişsiz olurmuş.
Oldukça yalın bir kahvaltı ile güne başlarmış. Bir dilim ekmek ve bir kase yoğurt yiyerek başladığı gününün devamında gazetesini okurken kahvesini içermiş. Kahveyi çok sevdiği ve günde mutlaka birkaç fincan tükettiği söyleniyor.
En sevdiği yemeklerden biri kuru fasulyeymiş, yanında da pilav yermiş. Buna okulda alıştığını söylermiş. Çocukluğunda annesinin mutfağından Selanik usulü ıspanaklı böreği çok sever, yanında da ayran içermiş. Ayran çok sevdiği ve çok sık tükettiği bir içecekmiş.
Akşam yemeklerini davetliler ile birlikte yemeyi seven Atatürk, sofrada uzun uzun vakit geçirmeyi severmiş. Yine bu sofralarda da bamya ve karnıyarık gibi yemekler olurmuş. Et çok sık tüketilen bir besin değilmiş. Davet sofraları da yine sade olurmuş, çeşit çok olmazmış. Atıştırmak istediği zamanlarda ise kavun, tuzlu leblebi ve fıstık en çok tercih ettikleriymiş.
Yemek sonrası elbette ki geç saatlere kadar çalışan ve okuyan Atatürk, acıktığı zaman omlet yermiş. Tatlı ile çok fazla arası yokmuş ama gül reçeli, yoğurt pekmez gibi sade tatlıları arada tüketirmiş. Ayrıca seyahatlerinde ikram edilen yemekleri reddetmez, keyifle tüketirmiş ama günlük hayatında çok çeşitli yemezmiş.
Ulu Önderimizin ölümünün 85. yıl dönümünde onu özlemle, saygıyla ve minnetle anıyor, bize açtığı aydınlık yolda yürümeye devam ediyoruz.
Dosya
Kısık Ateşte Uzun Uzun Pişen Sanatsal Bir İntikam: The Menu
Published
1 sene agoon
6 Kasım 2023By
Elvan BaşerOldukça uzun bir hazırlama sürecinden geçen, kısık ateşte uzun uzun pişirilmiş sanatsal bir intikam yemeği sunuyor The Menu bizlere. Servis edilen her lezzet ile gerginliğin derinliğine doğru ilerliyoruz ve duyular için özenle hazırlanmış bu şölen, giderek daha da karanlık bir hale geliyor.
Aylar öncesinden rezervasyon ile deneyimleme şansı bulabileceğiniz, her ürününü kendisi özel olarak yetiştiren, bütün duyulara hitap eden ve yemeği sanata dönüştüren bir adada, bir ‘fine dining’ restoranındayız. Bu restoranda çalışan herkes bu adada yaşıyor, her ürün adadan temin ediliyor, restoran misafirleri ve çalışanları dışında adaya hiçbir şekilde ulaşım bulunmuyor. Şefimiz Slowik buranın yıldızı, lideri, en çok korkulan ve saygı duyulan ada sakini. Özenle tasarladığı, travmalarıyla harmanladığı yemekleri film boyunca bir bir deneyimliyor, her bir yemekle birlikte daha da karanlığa doğru ilerliyoruz.
The Menu, Ralph Fiennes, Anya Taylor-Joy, Nicholas Hoult gibi popüler isimleri bir araya getiren bir kara mizah – gerilim filmi. Filmin yönetmeni Mark Mylod, senaristler ise Seth Reiss ve Will Tracy. Fine dining restoranlarının ilkelerine, şeflerin sanatının bir takıntı haline gelmesine, zevksizliğe ve toplumun zengin tabakasına bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumu alanlar ve verenler olarak ikiye ayırıyor, her birini ayrı ayrı eleştiriyor, yıkım için kabaran bir iştah sunuyor seyirciye.
Hem yemekle ilgili olduğu için, hem de film ilerledikçe gerilim miktarı arttığı için seyircinin dikkatini de uzun süre tutabilen bir film The Menu. Kara mizah ve gerilimin gastronomi ile birleştirilmiş halini izlemek isterseniz tavsiye ederiz, keyif alacaksınız.